Güncelleme Tarihi:
İnsanlaştıran eğitime geçmeliyiz
İonna Kuçuradi
(Filozof, Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, Maltepe Üniversitesi)
* İnsanımız kendisiyle barışık değil.
* Eğitim hayata ne katıyor, düşünülmüyor.
* Medyaya da eğitim şart.
Sorun
Genellemeler her zaman tehlikelidir. Her gergin insanın ‘gerginliğinin’ farklı nesnel ve öznel nedenleri var. Ama sürekli gergin olan ve birbirine tahammül edemeyen insanlarımızın gitgide artmasına sosyal bir olgu olarak baktığımızda, bazı ortak nedenler görebiliriz. Bu nedenlerden biri tatminsizlik. İnsanlarımızın çoğu kendileriyle barışık değil.
Kişiler, istedikleri bir şey haklı ya da haksız olarak engellenince, karşı oldukları biri yerli-yersiz bir şey söyleyince veya yapınca, şiddet içeren tepkiler gösteriyor. Bu şekilde tepki göstermenin pekişmesine medya da katkı veriyor.
Bu durumun ortaya çıkmasının çeşitli nedenleri var. Ama en temel nedenlerden biri insanları eğitmeyi beceremeyişimiz, kişileri insanlaştıran bir eğitim sağlayamamamız. İçeriklerini, yani ne olduklarını düşünmeden, özgürlük-demokrasi, bilim-ahlak-din eğitimi, düşünme ve değerler eğitimi diyoruz, ama hayat için gerektirdikleri üzerinde düşündürmüyoruz. Yıllar yılı, kişileri düşünsel ve etik bakımdan özgürleştiren bir eğitimi değil, ‘özgürlükçü’ eğitimi teşvik ettik.
Çözüm
Bu gerginlik ve tahammülsüzlük durumunun değişmesini ve kendisiyle barışık daha çok insanın yetişmesini istiyorsak, yapmamız gereken, başka değişikliklerle birlikte, milli eğitimimizde az sayıda ama önemli bazı değişiklikler yapmamız ve insanlaştıran bir eğitimi ülke düzeyinde gerçekleştirmemizdir. Aynı zamanda da öğretmen eğitimi ile medya çalışanlarının eğitimini de gözden geçirmeliyiz.
Siyaseti yanlış yapıyoruz
Ali Bulaç
(Sosyolog, yazar)
* Bütün dünyada belirsizlik var.
* Aile sarsıntı geçiriyor.
* Siyasetin dili kutuplaştırıyor.
Problem
Küresel düzeyde yaygın bir belirsizlik var. Ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında derin eşitsizlik, kriz bölgelerinde süren etnik ve mezhebe dayalı çatışmalar... Ve bunların yanında anlam kaybının yol açtığı kaygı ve iç çatışma hali. Türkiye, dünyamız modern dönemden postmodern döneme geçerken olup bitenlerden etkileniyor. Liberal ekonominin uygulandığı her yerde toplumsal çözülme yaşanıyor. Geleneksel sosyal kontrol mekanizmaları etkilerini kaybetmiş, aile sarsıntı geçiriyor. Kendi başına kalan birey bir kum zerreciği gibi güvensiz bir dünyada sürekli stres biriktiriyor.
Diğer sebep, siyasetin yanlış kullanımı. Partiler birer parçadır, bir toplum kesimini iktidara taşır, diğerlerini dışlar. Değere dayalı siyaset izlenebilseydi zümre, sınıf, yandaş çıkarı değil; özgürlük, ahlaki erdemler, adalet ve paylaşım hâkim olurdu. Yazık ki siyaset giderek bir toplumsal kesimin iktidarı ve iktidarda kalma mücadelesi haline geliyor. Toplum, siyasette kullanılan dil ve üslup ile takip edilen yöntem sonucunda ayrışıyor, kutuplaşıyor, çatışmaya hazır hale geliyor. Bir türlü çözülemeyen Kürt sorunu, Alevilerin şikâyetlerinin devam etmesi, gelir adaletsizliğinin artması ve Türkiye’nin giderek daha otoriter, baskıcı, ötekileştirici olmaya başlaması gerilimi arttırıyor.
Çare
Çözüm kolay değil. Tek bir reçete yok. Ama imkânsız da değil. İlk yapılması gereken ortak değerlerde mutabakata varmak üzere toplumsal kesimler arasında diyalog kapısını açmak. Her bir grup, denizin ortasında kendi adacığında yaşıyor. Medya üzerinden diyalog, anlama ve tanıma süreçleri kurulmuyor, aksine çatışma körükleniyor. Sivil toplum ve cemaatlerin daha aktif ve sorumlu pozisyonlar alması, günün aktüel siyasetinden uzak; birleştirici, yatıştırıcı, bir araya getirici eylem programları takip etmeleri gerekir. Ama en önemlisi siyasilerin ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı yöntemlerine itibar edilmemesi, birbirine karşı konumlandırılan toplumsal kesimlerin kendi aralarında diyalog kurmalarıdır.
İşe çocuk eğitiminden başlamalı
Çiğdem Kâğıtçıbaşı
(Sosyal psikolog, Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü)
* Dayak yiyen, dayak atmayı da öğreniyor.
* Zenginlik göze sokulur oldu.
* Yoksullar giderek daha çok engellenmiş hissediyor.
Hastalık
Saldırganlık insanın da hayvanın da doğasında var. Ama insan çok daha gelişmiş bir beyne sahip olduğu için, bunu çok iyi kontrol edip kanalize edecek durumda. Ne var ki bu kapasitenin çocukluktan itibaren geliştirilmesi gerekir. İnsanın bunu küçük yaşlardan itibaren öğrenmesi lazım, ne var ki bu bizde yeterince öğretilmiyor. Çünkü hem evde hem de okulda hâlâ dayak yaygın ve dayak yiyen çocuk dayak atmayı öğrenir. Çözüm arayan mekanizmalar sabır gerektirir ve bu o kadar da kolay değildir. Bizim bu konularda çocuk eğitimine bakmamız lazım. Başka çaresi yok, oradan geliyor.
Ekonomik sıkıntı dönemlerinde toplumlarda saldırganlık ve suç düzeyi artıyor. Bizde her ne kadar “Ekonomi iyi gidiyor” dense de yüksek düzeyde işsizlik var. Kişi başına milli gelir arttı ama zengin daha zengin oldu. Bir taraftan da televizyonlarda hep zenginlikler görünüyor, özenilecek yaşamlar sunuluyor. Bizim çocukluğumuzda zenginler zenginliklerini saklamaya uğraşırlardı, şimdi göstermeye uğraşıyorlar. Bu da yoksulun kendini daha fazla engellenmiş hissetmesine yol açıyor. Haksızlığa uğradığını hissediyor; kötümserlik, ümitsizlik gibi negatif duygular oluşuyor.
İşin toplumsal yönüne baktığımızda da bir başbakanın, cumhurbaşkanının insanlara çatmasının, Meclis toplantılarında vekillerin kavga etmesinin örnek teşkil ettiğini görüyoruz. Yetişkinler de gözlem yoluyla öğrenirler. Aynı çocukların öğrendiği gibi...Negatif örnekler bu bakımdan çok tehlikelidir, çözüm yolu olarak kabul edilebilirler. Çatışmayı çözmek yerine saldırganlığı bir çözüm yolu olarak görüyor insanlar.
Reçete
Buradan çıkış var mı? Var: Herkesin aklını başına toplaması lazım. Eğitimde ahlak ve insancıl yaklaşımların ön plana çıkması, iç kontrolün geliştirilmesi gerekir. Önümüzde uzun bir yol var.
15 milyon dolarlık gaz yemiş toplum, birbirine daha kolay tokat atıyor
Aslı Erdoğan
(Yazar)
Özgürlükler üzerindeki vesayet kalkmalı
Ferda Keskin
(Felsefeci, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü)
* Cumhuriyet kendi iyi yaşam anlayışını dayattı.
* Neoliberalizm rekabetçiliği getirdi.
* Özgürlük alanları kısıtlı.
Sorun
Hem sınıfsal hem de sınıflararası geçişlilik gösteren kolektif kimlikler üzerinden çok derin yarılmaların hüküm sürdüğü, bireysel ve toplumsal bilince endişe, korku ve karşılıklı güvensizliğin hâkim olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bu durumun nedenini ancak tarihsel bir perspektiften anlayabiliriz.
Öncelikle, Cumhuriyet projesinin uzun bir süre kendi iyi yaşam anlayışını, farklı kimliklerin kendilerini deneyimleme taleplerine karşı ve onlara rağmen, yukarıdan aşağıya doğru zorla dayatmış olduğunu hatırlamak gerekli. Bu iyi yaşam anlayışını benimseyenler ile benimsemeyenler arasında ekonomik ve toplumsal ayrıcalıkların dağıtımıyla ilgili olarak çok ciddi ayrımcı politikalar güdüldü. Bu yönetim anlayışının getirdiği saflaşma da toplumsal hafızada hâlâ güçlü bir biçimde temsil ediliyor.
Öte yandan, çok partili hayata geçişle birlikte belli ayrımcılıkların iptal olduğu ve yeni özgürlük alanları açıldığı düşünülebilse de bunun da son derece seçici bir biçimde yapıldığı, belli kimliklerin kendini ifade etmesine ve kendi iyi yaşam anlayışının gerektirdiği pratikleri gerçekleştirmesine izin verilmediği çok açık.
Daha da önemlisi, çok partili hayata geçişten itibaren hâkim olan gelenek (1974 seçimleriyle kısa bir kesintiye uğrasa da), iktisadi olarak önce dar anlamda yorumlanmış bir liberalizmi, ardından ise neoliberalizmi benimsedi. Bu neoliberal yönetim anlayışının bugün insanlara aşılamaya çalıştığı rekabet duygusu, toplumsal dayanışma reflekslerindeki aşınmayla birleşince, yukarıda sözünü ettiğim endişe, korku ve güvensizlik duygularını daha da güçlendiriyor.
Çözüm
Bu durumun aşılabilmesi bence ancak kapitalizmi ve ekonomik ayrımcılıkları hedefe koyan kolektif bir dayanışma anlayışının gelişmesi, bununla bağlantılı toplumsal bir güven mekanizmasının oluşturulması ve kültürel alanda kolektif özgürlüklerin üzerindeki vesayetin kaldırılmasıyla mümkün olabilir.
Herkes kayırmak ve kayırılmak istiyor
Ömer Laçiner
(Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)
* Kurallara, değerlere direnen bir toplumuz.
* İmtiyazlı olmayı diliyoruz.
* Gardımızı alarak yaşıyoruz.
Problem
Orta düzeyde de olsa endüstriyel, epeyce şehirleşmiş, ehvenişer bir demokrasiye sahip bir toplum görüntüsü vermemize rağmen, aslında hâlâ büyük çoğunluk olarak uygar, demokratik bir toplumun en temel kural, değer ve kurumlarını içselleştirmeye direnen bir zihniyet dünyasında yaşıyoruz.
Yasalar, kurallar, kamusal güç ve imkânlar karşısında herkesin eşitliğini sindiremeyen, imtiyaz veya kayırılmaya teşne bu zihniyet adalet ve güvenlik gibi en tarafsız olması gereken kurumlara da sinmiş. Özellikle metropollerde, büyük şehirlerde yaşayanlar, kendilerini yasa ve kuralların güvencesinde hissedemiyor. Çünkü haklı olduğu bir konuda karşısındaki eğer dini, mezhebi, etnisitesi, statüsü, serveti hatta cinsiyeti bakımından kendisinden imtiyazlı ya da kayırılabilir nitelikteyse haksız çıkarılabileceğini biliyor.
Aksine, kendisi imtiyazlı veya ‘kayırılması gereken’ bir pozisyondaysa haksızken de haklı muamelesi görmeyi bekliyor. Bu nedenle büyük çoğunluk her yerde ve her durumda ‘gardını almış’ şekilde var olmaya çalışıyor. Sinirlilik, gerginlik ve sıkıntının genel bir hal oluşu bu bakımdan ‘normal’.
Çare
Arkaik, uygarlaşmayı ketleyen bu zihniyet yapısına karşı kökten sorgulayıcı bir kampanya yürütmekten, bunun bir parçası olmaktan başka etkin bir yol görmüyorum.
Aşk, şifa verici biricik ilkedir
Dücane Cündioğlu
(Filozof-derviş, yazar)
* Kendimizi bulamadığımız için huzursuzuz.
* Bu sorunlar yaşamın ta kendisidir.
* Aradığımız hakikat bir iç çekişte gizli.
Dert
İnsan; dünyanın şu veya bu yerinde bulunduğu için değil, aksine o koca gövdesini bizzat bu dünyada buluverdiği için huzursuz, gergin ve sıkıntılıdır, başka deyişle, onca yol yürüdüğü halde bir türlü kendisini bulamadığı, kendisine ulaşamadığı, biteviye kendisini özlediği için.
Kimlik ve kişilik sorunları ve çözümleri en çok geçim sıkıntısının (bedenin ve tin’in) tarihine aittir, can sıkıntısının (varoluşun) tarihine değil. Ne sistematik tıp açıklayabilir bu sorunları, ne sistematik psikoloji, ne de sistematik din, çünkü varoluş sızısı ne bedensel ne tinsel bir hastalıktır ne de bir inançsızlık belirtisi, aksine yaşamın ta kendisidir.
Deva
Bilmeliyiz ki bir tabibe, bir psikoloğa, bir din adamına, kısaca kerliferli ciddi adamlara uzak ve karanlık bir alandayız: Masal-anlatıcılarının hükümranlığındaki gözyaşı vadisindeyiz. Aradığımız hakikati bir iç çekişinde bulabiliriz ancak, hani şu burnumuza acı tütün uğradığı anlar vardır ya, işte öyle bir yürek yanışında, ama hep yoksulların, yoksunların ve mazlumların yanı başında, daima mağara gevezeliklerinin ötesinde, dünyevi iktidarların kıyısından çok, tam da karşılarında. Yârelerden şikâyet etmemeli o halde, dertten, ıstıraptan kaçmaya kalkışmamalı, hiçlik çöllerinde can verirken bile yaşamı sevmekten utanmamalı, kendimizi kuyunun dibinde terk edilmiş bir halde duyumsarken bile sevgilinin tebessümünü bizden esirgemeyeceğine inanmaktan vazgeçmemeli. Aşk; şifa verici biricik ilkedir, ıstıraplarımızı yatıştırdığı, bizi uyuşturduğu için değil, derûnumuzu çelişkiler içinde diri tuttuğu için. Kısacası, duam tüm huzursuzlar adına: Aşkolsun erenler!
İntikam devletine doğru gidiyoruz
Bülent Somay
(Sosyal bilimci, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü)
* İktidardaki ‘Yanıma kâr kalır’ anlayışı esas sorumlu.
* Kürt hareketi de tahammülsüzleşti.
* İntikamcı bir iktidar var.
Hastalık
Tahammülsüzlük yeni bir şey değil. Ben kendimi bildim bileli -ki bu 1960’ların sonuna tekabül eder- bu ülkede tahammülsüzlük var. Fakat 2010’dan beri artan bir tahammülsüzlük ve gerginlik göze çarpıyor. Bunda, iktidardaki ‘artan şiddetin yanına kâr kalacağı anlayışı’nın etkisi görülüyor. Gezi Parkı olayları sırasında ‘destan yazan polis’, ‘evde tutulamayan yüzde 50’ söylemleri bunu katladı.
Son dönemde ilginç bir şey oldu. Kürt hareketi de tahammülsüzleştiği için 6-7 Ekim’deki olaylar yaşandı. Tabii ki eylemler tek tek bunu gerçekleştirenlerin sorunudur ama bu artan gerginlik ortamının ana sorumlusu hükümettir. Cumhurbaşkanı sigara içen insana bile tahammül edemiyor. Şiddete karşı bir yaptırımın olmaması da karşı şiddeti doğuruyor. Ben bu süreçte MHP’nin tepkisi nasıl olacak merak ediyorum. Bu ortamda asıl zararı elinde şiddet araçları olmayan sıradan siviller görecek.
Reçete
Kısa vadede bir çözüm görmüyorum. Kısa vadeli çözüm hukuktadır. Hukuk, hastalığı bitirmez ama semptomları ortadan kaldırır. Bu da önemlidir. Ne var ki Türkiye’de hukuk bunu gerçekleştirebilecek durumda değil. Milyonlarca Euro’yu çalanlar hiçbir şey olmadan yoluna devam edebiliyorsa insanlar hukuka karşı inancını yitirip, tahammülsüzleşir. Bir süre sonra kendi hukukunu arayabilir. Gezi davalarında hayatını kaybedenlerin aileleri mahkeme için oradan buraya sürülüyor, insanlar katillerin ceza almayacağını biliyor. Bu hastalığın kökünden tedavi edilmesi için yapılacak şey intikamcı iktidardan uzaklaşmaktır. Şu anda intikamcı bir iktidar var Türkiye’de. İntikam devletine doğru gidiyoruz. İktidar, kadirimutlak olmadığını anlamalı. Bir de hayalim var: Yasamayı yapan, yargılayan, yöneten üzerinde kamu denetiminin olması.