Güncelleme Tarihi:
Osmanlı’da sokak köpekleri konusu, iki ayrı bölümde ele alınması gereken bir konu. Köpekler, Tanzimat’a kadar altın çağını yaşıyor. 1839’da Tanzimat’ın ilan edilmesinden imparatorluğun sonuna kadarsa ‘Köpeksiz İstanbul’ diyebileceğimiz dönem başlıyor. Tabii, bu dönemlerin biri kesilip diğeri başlamıyor. Köpeklerle yaşadığımız İstanbul, imparatorluğun sonuna kadar devam ediyor; büyük sürgünler olsa da İstanbul, o köpekli karakterini koruyor. Hem eski hem de yeni dönemin âdetleri imparatorluğun sonuna kadar birbirine paralel bir şekilde sürüyor.
18. YÜZYIL KÖPEKLERİ BUGÜNDEN FARKLI
1700’lerde çizilen gravürler var, bu gravürlerde Türk köpeklerini görüyoruz. Tazıya da benzeyen, ince yapılı hayvanlar... Şimdi sokaklarda gördüğümüz köpeklere hiç benzemiyorlar. Bunun nedeni şu: 1800’lü yıllarda ve özellikle Kırım Harbi’nden sonra Avrupa’dan Osmanlı’ya kültürel bir yığılma oldu. Ülkeye farklı cins köpekler de geldi. İki türün çiftleşmesi neticesinde, iriyarı köpeklerin sülalesi doğdu. O gravürlerde gördüğümüz cins de ortadan kalkmış oldu.
MAHALLENİN BEKÇİSİ
Altın çağ dediğimiz dönemde, İstanbul sokaklarında 100 bin civarı köpek olduğu düşünülüyor. Köpekler, sayıca çok ve hatta topluma karşı vazifeleri de var. Osmanlı’da kapalı bir toplum halinde yaşanırdı. Bir mahallede doğulur ve o mahallede ölünürdü. Göçmenler bir mahallede, Orta Anadolu’dan gelenler bir mahallede otururdu. İnsanlar gibi, köpekler de mahalleleri sahiplenirdi. Bir yabancı, mahalleye pek giremezdi çünkü eğer girerse karşısında köpekleri bulurdu.
Ama sorun şu ki, kentin sokak çöplüğü, bu kadar kalabalık bir hayvan kolonisini besleyebilecek kapasitede değildi. Sokağa yemek dökmenin dini açıdan günah sayıldığı herkesçe biliniyordu. Besin artıklarından meydana gelen çöplük, daha çok pazaryerleri ya da rıhtımlar gibi ticari alanlara özgüydü. Bu kamusal alanların temizliği devlete aitti. Ama eğer devlet, kendi görevini yerine getirmemişse, o zaman köpeklerin birer gönüllü belediye memuru gibi bu görevi severek yaptıkları söylenebilir.
VASİYETNAMESİNE ALAN VAR
O zamanlar, evde köpek besleyen yok. Bunun nedeni, dinin köpeği mekruh kabul etmesi. Mahalle aralarında küçük barınaklar ve çeşmeden su içebilmeleri için yalaklar yapılmıştı. İçi saman döşeli kulübeler bir çeşit sokak kliniği işlevi görürdü. Hatta bazı yurttaşlar, köpeklerin beslenmesi için belli bir miktar para vasiyet etmiş. Vasiyetine “Öldükten sonra bu hayvanlara benim vakfımdan yenmek verilsin” diye yazanlar var.
Suriçi, Eyüp ve Üsküdar gibi geleneksel yerlere giden Batılı gezginler, köpeklerin yolun ortasında miskin miskin uyuduğunu yazıyor. O zamanlar İstanbul’da pek araba yok ama tekerlekli bir araba geçecek olsa dahi hiç kımıldamıyorlar. O gözlemciler, “Sanırsınız ki İstanbul’un padişahı bunlar” diye yazar. İşte bu görüntü, Tanzimat’tan sonra bir eleştiri konusu oluyor.
Tanzimat’la beraber İstanbul’da binaların mimarisi, yol düzeni, aydınlatma gibi konularda değişim başlıyor. Ancak bu modernleşme hareketinin ucu, hiç tahmin etmediğiniz bir şekilde köpeklere dayanıyor. Ve yüzyıllardır sürdükleri altın çağ, sona eriyor.
Devlet, sürekli savaşlarda yenilince “Batılılar ne yaptıysa, biz de onu yapacağız” deniyor. Elçiler, gözlemciler Batı’ya gidiyor ama bizimkisi içten bir modernleşme hareketi değil. Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye resmi bir binadır, ismi şaşaalıdır ama içi boş. Ne çalışan var, ne bir şey...
YENİÇERİ GİDER, KÖPEKLER GİTMEZ
Batı, despotluğuyla nam salmış II. Mahmut’a, Batılılaşmanın yollarından birinin sokakları köpeklerden arındırmak olduğunu söylüyor. Ve bu zihniyetle biz yüzyıllardır iç içe yaşadığımız hayvanlara düşman oluyoruz. Daha doğrusu, devlet düşman oluyor.
Bu köpek sorunu, bizde güçlü bir kamuoyu olduğunu ortaya çıkarıyor. II. Mahmut köpekleri toplatıp Sivriada’ya gönderiyor. Bir-iki kere su ve papara götürülüyor ama sonra hayvanlarla kimse ilgilenmiyor. O kadar açlar ki, kayıkla geçen birini görseler umutla sahile üşüşüyorlar. Hayvanlar birbirlerini yemeye başlıyor. Ve öyle uluyorlar ama öyle uluyorlar ki, sesleri ta İstanbul’a geliyor. Halkın vicdanı kanamaya başlıyor. İki ayın sonunda toplumdaki huzursuzluk öyle büyük ki, Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran padişah, sağ kalan birkaç köpeği geri getirmeye mecbur kalıyor. Evet, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırabilen padişah, köpekleri ortadan kaldıramıyor. Köpekler Yeniçerilerden daha dişli çıkıyor; tabii arkalarında halk olduğu için...
REMLINGER’İN GAZ ODALARI
II. Mahmut’tan sonraki her padişah, bu sürgünleri yaptı. En büyük sürgün, Sultan Reşat’ın 1910’da yaptığı sürgündü. Batı, Osmanlı’ya köpek kapanları, köpekleri gazla itlaf edecek aygıtlar satmak istedi. İstanbul Pasteur Enstitüsü Müdürü Dr. Remlinger’in bir raporu var. ‘İstanbul’da 80 bin köpek var. Bunların postu ve yağı kullanılabilir. Kemiklerini un yaparsınız, zamk olur. Bu da köpek başına 3-4 frank eder. Toplamını hesap edersek, 300 bin frank kâr edersiniz, bunu da belediye işlerinde kullanırsınız.’ Remlinger, gaz odalarını öneriyor ama sağduyu ağır basıyor ve o odalar kullanılmıyor.Köpekleri kurtarmak isteyen asil ruhlu insanlar, mekruh kabul edilmesine rağmen hayatlarını kurtarmak için evlerinde saklıyor.”
SULTANAHMET’TEKİ KÖPEK BİZE NE SÖYLÜYOR?
Serginin son fotoğrafı, 2016 yılında çekildi. İlk gördüğümde çok etkilendim. Tek başına bir hayvan, Sultanahmet’te, bankların üzerinde çok asil bir duruşla bize bakıyor. Sabah saatleri, puslu bir hava... Arkada da Sultanahmet Camii. O köpek, bize bir şey söylüyor. Diyor ki: “Sizinle 600 seneye yakın bir zaman yaşadım. Bu şehirde imparatorlukların çöküşünü gördüm, sürgünlere uğradım ama hâlâ yaşıyorum!”
‘Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri’ sergisi, Tepebaşı’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde, 11 Mart 2017’ye kadar görülebilir. Sergi, pazar günleri hariç hafta içi her gün 10.00 – 19.00 saatleri arasında açık.