Güncelleme Tarihi:
Süleyman Demirel’in cenazesinde tabuttan, camiden, namazda saf tutan onlarca ünlü politikacıdan ve namazı kıldıran eski Diyanet İşleri Başkanı’ndan daha ön planda yer alan, neredeyse herkesten rol çalan bir aktör vardı: Demirel’in fötr şapkası.
Şapka camide tabutun üstüne yerleştirildiğinde bir an için öyle bir sahne oluştu ki, sanki ellerini açmış dua edenler (daha ünlüler gelmemişti) şapkaya dua etmekteydiler. Şapka bir totem gibi durdu orada uzun bir süre. Demirel için şaşılacak bir veda sahnesi değil kuşkusuz. Yarım asrı aşan politik hayatında şapkası hep (başında olmaktan ziyade) elindeydi. Bir nevi silah gibi, zaferlerde havaya kalkan, yenilgilerde, aşağıda tutularak uzaklaşılan, olmazsa olmaz bir nesneydi.
ŞAPKANIN KERAMETİ
Türkiye halkı o şapkayı çok sevdi. Hatta bazıları hatıra olsun diye elinden kapıp kaçmaya bile kalkıştı. Tıpkı bir otorite simgesi olmaktan ziyade bir sevecenlik belirtisi olarak Demirel’e yakıştırılan ‘Baba’ lakabı gibiydi şapka da: Sevimli, biraz sakil, biraz komik, ama hep orada, hep karşımızda.
Ancak işin bir de karanlık yüzü var: Demirel’in o müthiş sevimli şapkası, giyilmesinin zorunlu kılındığı ilk iki yılda, başta Borsalino, bir sürü Avrupalı hazır giyim şirketini zengin etmiş, Vitali Hakko’ya ‘Şen Şapka’yı kurarak sonradan ‘Vakko’ adını alacak olan hazırgiyim imparatorluğunu yaratma yolunu açmıştı. Bir sürü erkeği (paraları şapka almaya yetmeyenleri) kafalarında kâğıttan şapkalarla ya da sağdan soldan bulup buluşturdukları kadın şapkalarıyla dolaşma zilletine mahkûm etmişti (kadın şapkası giymek zillet sayılmaz kesinlikle ama bir de 1920’lerin henüz ‘modernleşmemiş’ mütedeyyin insanlarını düşünün). O şapka ki, 1925’te çıkarılan bir kanunla giyilmesi zorunlu kılınan, uğruna İstiklal Mahkemeleri denilen olağanüstü yetkili mahkemelerde beş yüz kişinin idama mahkûm edildiği (ve bunların da en az ellisinin infaz edildiği) serpuşla aynı şeydi.
Benzer bir açıdan, Demirel 1961 yılında idam edilen Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun halefi olduğunu cesaretle belirterek iktidara gelmiş, gücü uzunca bir süre onlara iade-i itibar etmeye yetmese de darbeye karşı hukuki meşruiyetin bir tür yılmaz savaşçısı kimliğine bürünmüş bir politikacıydı.
Nitekim daha sonra bir muhtıra ve bir darbe tarafından iktidardan iki kere uzaklaştırıldığında, ‘şapkasını alıp gitmiş’ ama bekleyen derviş muradına ereceğinden, her defasında şapkası havada geri gelmeyi başarmıştı. Buradan hareketle onu bir demokrasi havarisi olarak görenleri anlamak kabil. Evet, Demirel demokratik meşruiyetten yana idi, hiçbir zaman darbeleri desteklemedi, askeri vesayete karşı açıkça olmasa da alttan alta, sabırlı bir mücadele yürüttü.
DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL
Ancak işin bir de karanlık yüzü var: Aynı Demirel, 1972’de Meclis’te başka bir üçlünün, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamları için oy kullandı, parti grubunun da bu yönde oy kullanması için çalıştı.
Yıllar boyunca, ‘sağ’ın vurucu/silahlı güçleriyle, kendini ‘ülkücü’ diye adlandıran gençlikle çelişkiye düşmek istemediğinden “Bana ‘Sağcılar cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” dedi. O öyle dedikçe, ondan cesaret alanlar daha da pervasızlaştılar. Sonrası malum, “12 Eylül öncesi ortamı” denilen öcü ortaya çıktı. O ortam Demirel’i koltuğundan etti, sürgünlere düşürdü bir süre ama o, sabırla bekleyip şapkası havada geri dönmeyi bildi. 1970’lerde ölenler, 1980 sonrasında alelacele asılanlar ise geri dönemediler: Onların gittiği yerden dönüş yoktu çünkü. Demirel 'ay yüzlü' bir politikacıydı.
Biz faniler yeryüzünden göğe baktığımızda ayın sadece aydınlık yüzünü görürüz, onunla yetiniriz, onunla ilgili romantik hikâyeler uydururuz, onunla mutlu oluruz. Kâinatı anlamak isteyenlerimiz
ise ayın bir de karanlık yüzü olduğunu ve içinde yaşadığımız güneş sistemini (galaksiyi, kâinatı) kavramak için esas o yüze bakılması gerektiğini bilir.