Güncelleme Tarihi:
Bildiğini bırakıp, bilinmeyene atılırken şu ikisi yetiyor sanırım: Cesaret ve Cehalet! Yoksa zorunlu değilken, hayatının dört ana unsuruna bir çırpıda nasıl veda edebilir ki insan? Yaşadığı şehre, mesleğine, evine ve dostlarına?
Ben bunu yaptım! Tabii bazı anlar vardır, “Ya şimdi ya hiç” dediğin anlar, benimki biraz da öyleydi aslında. İstanbul’da kalarak nereye varacağımı az çok tahmin ediyordum. Beni heyecanlandıran, gittiğimde ne yaşayacağımdı. Bunu da denemeden bilemezdim!
Bir koca ve karnında büyüyen bir çocuğun sevgisiyle kendi başına kurduğu hayatı ve uzantısındaki geleceği kenara itivermiş bir kadın olarak söylüyorum, bu deneyimde geçilecek tek sınav var: KDAS, Karmaşık Duyguları Atlatma Sınavı.
BOŞ VERMİŞİM DÜNYAYA AMA...
Tamam hoca bana taktı, tamam sorular çetrefilli ama bende de hata var, çalışmadığım yerler fazla. Yine de kararlıyım, başaracağım! Çok yakında!
Zekâma haksızlık etmek istemem... İstanbul’u, gazeteciliği, evimi ve dostlarımı arkamda bırakırken işimi kolaylaştıracağını düşünerek hepsini öldürmüştüm! Basitti; üstlerine toprak atıp, her birini üşümeye terk ettim! Kimse fark etmedi, zaten onlar yerlerindeydi, giden bendim! Derdim, yeni hayatıma daha çabuk adapte olabilmekti.
Doğrusu başlarda gidişat son derece başarılıydı da... Satış rakamları dikeylerle dolu kâr manyağı kıskanılan bir şirket grafiğine sahiptim. Mutluydum. Yıllardır hayalini kurduğum o uzun tatile çıkmışçasına rahattım. Bir gün diye ayırdığım kitapları okuyor, popüler olmayan filmleri izliyor, dilediğim gibi yazıyor, her an arabaya atlayıp bir aile gezisine çıkabilme lüksünü yaşıyordum.
Boş vermişim ha ha, boş vermişim dünyaya... Ama haytalık da bir yere kadar... Bir gün... Ölüler hortladı!
Zombi üstadı George Romero’nun ellerinden öperim, bir nevi şahsıma özel versiyonuyla karşımda ‘Ölülerin Şafağı’ filmi... Cama yapışmış “Yiyecek” diyen ağır aksak anılar, içeride kapana kısılmış farecik tadında ben! İşte, asıl ‘eğlence’ o zaman başladı!
BURSA’DA ZAMAN PEK UYSAL!
Evde başıboş dolaşma, pencereden bir bakış, minik oğlum hâlâ koyduğum yerde şükür, kucaklayayım bari, birlikte pencereye, mutfak, holdeki lamba, oda, banyonun eşiği, hol duvarı, mutfak, perdesi, penceresi, televizyon, haberler, İstanbul, arkada Boğaz, köprüde trafik...
Bursa’da zaman her dakikasıyla içime işliyordu!
Sıkıntım oğlana geçiyor, sızlandıkça sızlanıyordu. Oğluma sevgimi şu muhteşem annelik hikâyelerine sahipler gibi anlatmayacağım. Herkesin mübalağası kendine... İtirafı güç ama ben biraz zorlandım mı ne!
Horozlu, çift kefeli dökme demir bir terazi var salonda, dededen kalma hatıra. Ağırlıkları bile tam takım uyuyorlar tahta kutularında. Bizim evde bu daima hayatı tartma çabası ondan belki de...
İstanbul’da aile yoksunuydum, Bursa’da aile sarhoşu.
İstanbul’da çalışan kadındım, Bursa’da evdeki kadın.
İstanbul’da zaman çok yaramazdı, Bursa’da zaman pek uysal.
EN AĞIRINDAN DEPRESYONDU
Bazı şeyleri yazmak, suyla zeytinyağını karıştırmak gibi... Uzaklaşsam mı, tamamen içine mi düşsem?
Zamanla, eve kapandım. Ben bene muhabbet! Ya ilkel bir insana dönüşecektim; silahım vileda sopası, düşmanım yerdeki tozlar! Yahut artı 30 kiloyu selamlayacaktım.
Evet, depresyona girmiştim. Ta taa... Esasen bu konu uzun bir anlatı hak ediyor, sayfalar yetmez ama en iyisi ‘neşemizi’ bozmayalım.
Depresyon öyle hafife alınacak bir şey değil elbette. Önce bilgileneyim deyip, kişisel gelişim kitaplarına davrandım! Birinde depresyonun yüzdesini ölçen fantastik bir sistem buldum. İşim de yok, ölçtüm. Benimki en ağırından depresyondu.
Eğitimim psikiyatra gitmemi salık verdi. Sevinçten deliye döndüm. Uysal zamanıma kaydedilecek minik bir atraksiyon!
BU ŞEHRİN İNSANI MUTLU MU?
İşte kırmızı uzanma koltuğu, işte şişe dibi gözlükler ve olağanüstü sakin konuşmasıyla sonsuz tedirgin edici psikiyatr.
Rolünü abartmayayım, karikatürlerden fırlamış psikiyatr beni karşısındaki koltuğa buyur etti. Aaa! Birden iyileşivermiştim, merakım depreşmişti:
“Bursa’da psikiyatra giden çok mu? Bu şehirde depresyona giren kişi sayısı nedir? Nedenleri nedir? Bu şehrin insanı mutlu mu?”
Eliyle beni durdurdu: “Siz şimdi şikâyetinizi anlatın?”
O anda, volümlü sesim çınlamıştı kulaklarımda. Demek kural; fısıltıyla konuşmaktı. “Uzanmayacak mıyım?” diye sordum haylazca.
Neyse, uzatmayayım, önceden aldığım notlara bakarak, sayıp döktükten sonra canını sıktığım psikiyatr “Ağır depresyondasınız” dedi fısır fısır. Uslanmamıştım, gürül gürül patlattım: “Sahiden mi?”
Verdiği antidepresan, kim bilir şimdi nerede...
Tek pişmanlığım var: Hazır bir uzman bulmuşken yanıtı öğrenmek için zorlamamış olmam; bu şehrin insanı gerçekten mutlu mu?
YAPACAK BİR ŞEYLER OLMALI
Bilindiği üzere, ev kadınına evrilmek öyle her çalışan kadının harcı değil! Evet, kimine göre bir işte çalışmak aklı yorar ama saygın bir amcanın da dediği gibi “Çalışmak şu üç kötülüğü insandan uzak tutar: Can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve yoksulluk.”
1840’larda, göğüslerini çift korseyle gizleyip erkek kılığına girerek hukuk fakültesinde okuyan İspanyol Concepcion Arenal’ı düşündüğüm günlerim oldu. Bu hanımefendi, deyiş odur ki, ‘ev kılığına girmiş cezaevlerinde tutsak olan kadınlar’ın itibarı için çalışarak geçirmişti ömrünü.
Polisiyelerin kraliçesi Agahta Christie’yi düşündüğüm günlerim de oldu. Sıradan hayatından o kadar keyif alıyordu ki, form doldururken mesleğine ‘ev kadını’ yazmaktan başka bir şey gelmezdi aklına.
Ama en çok kaplandan kaçarken kuyuya inen adamın hikâyesini düşündüğüm günlerim oldu. Bilirsiniz; kuyunun dibinde, ağzını kocaman açmış bir ejderha vardır, adam ne yukarı çıkmaya, ne aşağıya inmeye cesaret eder. Zavallı, gevşeyen taşların arasından boy veren bir çalıya asılır ama tutunduğu dalı kemiren biri beyaz biri siyah iki fare çıkıp gelmesin mi! Son bir çabayla yaprakların üzerindeki bal damlalarını yalar.
İşte, benim bal damlalarını yalamaktansa yapabileceğim daha iyi şeyler var. Oyun sürüp giderken... Mutlaka... Umudum yeni yılda...