Güncelleme Tarihi:
Yeni kitabınızdaki denemeler, anılarınız eşliğinde eski ‘kıymetlerimiz’ ile yenilerini karşılaştırıyor.
- Bu çağ, bu kapitalist ilişkiler, kıymet verdiğimiz şeyleri altüst etti. Eskiden çok kitap okuyan, çok müze gezen, paraya kıymet vermeyen, kariyer için başkalarını ezmeyi aklına dahi getirmeyen insan tipi baş tacı edilirdi... Şimdi bunları öne çıkaran insanlara pekâlâ ‘budala’ yakıştırması yapılabiliyor.
Gidenlerin yerine ne koyduk peki?
- Türkiye AVM sayısıyla, kişi başına düşen milli geliriyle, otoban kilometresiyle övünen bir ülkeye dönüştü; TOKİ’siyle övünen bir ülkeye dönüştü. Bunlar bizim hayatımızı en fazla kolaylaştırır. Ama hayatımızı estetize etmez, güzelleştirmez. İlelebet kalmayacaklar çünkü. Ama Ayasofya kalacak; Hamlet kalacak. Yaşar Kemal kalacak. Sinan’ın camileri kalacak ama bilmem neredeki o ucube konutlar kalmayacak. Kıymet verdiğimiz ve vermediğimiz şeyler hakkında bir akıl karışıklığı var. İnsanlar neden gidip Üçüncü Köprü’de selfie çektirir ya da buraya dair övgüler düzer; buradan bir mana çıkartır? Bu bana hüzün veriyor. Hepimizin içinde bulunduğu entelektüel vasat göçüyor işte. Derdimiz değişiyor çünkü.
Neyle dertleniyoruz artık?
- Derdimiz bizden sonrakilere yaşanılası bir Türkiye bırakmak değil mi? Ama burası, yaşadıklarından yola çıkarak kendine yeni yurt arayan beyaz yakalıların ülkesine döndü; herkes başka bir pasaport, çifte vatandaşlık derdinde. “Bir ayağımızı nasıl dışarı atarız”ın derdinde; bunu hak eden bir ülke değil ki burası...
Siz peki hiç bu ülkeden kaçıp gitmeyi düşündünüz mü?
- Hayır ama oğlumun eğitim ile ilgili yaşadıklarını gördüğümde ona keşke başka bir okul modeli sunabilseydik diye düşündüm. Buradan iyi bir şey çıkmaz çünkü, bu TEOG vs. gibi sistemlerden iyi bir şey çıkmaz. Düşünün, oğlum, bir ton para döktüğümüz eski okulunun önünden geçerken gözünü kapatıyor, “Geçtik değil mi baba” diyor.
BİR YAZAR TOPLUMUN VİCDANI OLDU DİYE ENGELLENEMEZ
En çok üzerinde durduğunuz temalardan biri unutmamak... “Anılar hem kalbimizi temizler hem de belleğimizi bekler” diyorsunuz. Ama ‘unutmayacak’ o kadar şey birikti ki. Ağır gelmeyecek mi?
Unutmanın şöyle bir tehlikesi var; başına gelenleri unuttuğun zaman bir sonrakini daha yüksek dozda olsa da kabulleniyorsun. Sıradanlaştırıp yok saydığın zaman bu, artık normal gelmeye başlıyor. Biri bana “Sen öyle bir ülkede yaşayacaksın ki, bir canlı bomba gelecek, Ankara’da tren garında bir bomba patlatacak, 100’ü aşkın insan ölecek, ertesi gün de hayat devam edecek” deseydi inanmazdım. Olamaz. Bunu kabullenmek de olamaz. Kötülükle ilişkimizde unutmaya yönelik bir eğilimimiz var ve başımıza gelenler bundan kaynaklanıyor.
Gazeteciler, yazarlar, sanatçılar hakkında soruşturmalar açılıyor; Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay gibi isimler tutuklandı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Yazar, sanatçı ya da gazeteci, yaratıcılığını, yeteneğini ve bilgisini toplumsal yaşamın hizmetine sunmak zorunda. İşte bu nedenle onlar, toplumun vicdanı ve sesidir. Hiçbir sanatçı, gazeteci ya da yazara bunları yapıyor diye zor kullanamazsınız. Engelleyemezsiniz, eziyet edemezsiniz. Demokrasinin temel görevi; yazarlarının, sanatçılarının yaratma ve ifade özgürlüklerini garanti etmesi, teminat altına almasıdır.
Darbe girişimi ve sonrasında yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz peki?
12 Eylül faşist askeri darbesinin tüm sonuçlarını en içerden yaşayanlardan biriyim. Halen yaşadığımız birçok sıkıntı ve açmazın yegâne sebebinin 80 darbesi olduğunu çok iyi biliyorum. Tüm darbeler, toplum iradesini hiçe sayan, her türlü şiddeti kendinde hak gören, insanların sadece canını değil aklını da alan lanetlenmiş eylemlerdir. Bir askeri darbenin kıyısından dönülmüş, ülkemiz bu badireyi atlatmış gözüküyor ama herkeste ‘Bundan sonra ne olacak’ kaygısı var. Şimdi artık gecikmeden eksik-yarım işlerimizi tamamlamalı, demokratik özgür yaşamı korkusuzca tahkim etmeliyiz.
Nasıl tahkim edeceğiz?
Bir örnek vereyim. Fransız düşünür Saint Simon’un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. Biz de sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinden sadece akıl, ahlak, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım.
İNSANIN KARANLIĞI HER YERDE AYNI
1987’de Ankara’da sinemada Tarkovski’nin ‘Solaris’ini seyredip çok etkilendiğinizi, o kadar ki birkaç gün evden çıkamadığınızı yazmışsınız. Var mı bugünlerde üstünüzde o kadar etki bırakan bir film?
- Var... ‘Saul’un Oğlu’. Bu sene Oscar alan Macaristan filmi. Hatta ilginçtir; filme ilk ödüllerden birini de biz verdik. Makedonya’da Uluslararası Manaki Kardeşler Film Festivali jürisindeydim. Orada bu filme rastlayınca çarpıldım ben. Ama diğer jüri üyeleri ‘Macbeth’e meyilliydi [Justin Kurzel filmi, Michael Fassbender ve Marion Cotillard oynuyor]. Fazlasıyla ısrarcı oldum, “‘Saul’un Oğlu’na vermeliyiz” dedim. Hiç de yapmam böyle şeyler ama nasıl konuştuysam artık, kararlarını değiştirdiler. İyi de oldu.
Bir de sizin eserinizden çok etkilenenler var. Başınızdan geçen bir olayı anlatan, senarist ve oyuncu olarak da katkı verdiğiniz, Nuri Bilge Ceylan filmi ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’, BBC’nin yaptığı, dev ölçekli ‘21’inci Yüzyılın En İyi 100 Filmi’ soruşturmasında 53’üncü sırada yer aldı. Bekler miydiniz böyle bir başarıyı?
-Şaşırtmadı desem... En sevdiğim filmlerdendir. Ayrıca Nuri Bilge’nin de en sevdiğim filmidir. “Bir Zamanlar Anadolu’da” bir samimiyet yakalandı. Bu da fark yarattı.
Neydi o fark?
- Evrensellik ve yerellik kavramları çok sık karşılaştırılıyor; hatta evrensellik bir parça galebe çalıyor. “Yerellikten uzaklaşmalı” gibi değerlendiriyor bunu bazıları. Ben güçlü yerelliğin aslında evrensellik olduğunu düşünüyorum. Biz ne anlattık ki Allah aşkına “Bir Zamanlar Anadolu’da”da? Kırıkkale’de görev yapan bir hekimin, bir grup bürokratla ceset arama yolculuğu... Peki uluslararası bir sürü film eleştirmeni tarafından bu hikâyeye nasıl bu kadar kıymet veriliyor? Şoförün sağlık teknisyeniyle didişmesi, muhtarın köye mezarlık duvarı yaptırması bir İngilizi, bir Amerikalıyı, bir Japonu ne kadar ilgilendirebilir ki?
İşte tam da onu soruyorum...
- Film, insanın karanlık yanına sızmayı, bütün insanlığın ortak sıkıntılarına, varoluşsal meselelerin derinliğine girmeyi becerebildi diye düşünüyorum. Diğerleri vesile çünkü; ceset arama, katil, cinayet, Kırıkkale... Bunlar hep vesile. İnsan hep aynı. Her yerde aynı. Sıkıntısı, açmazı, içindeki derin karanlık... Bitmek tükenmek bilmeyen iktidar duygusu, hükmetme isteği aynı... Yine Dostoyevski’den alırsak, “En kutsalla en bayağı olan arasında hızla gidip gelebilme mahareti ve tuhaflığı” her yerde aynı... Bunların hepsi değilse de birçoğu filmdeki o bir gecelik yolculuk içerisinde verildi. Senin fikrin nedir peki?
Kesal'ın senarist ve oyuncu olarak görev aldığı ‘Bir Zamanlar Anadolu’daysa BBC’nin ’21’inci Yüzyılın En İyi 100 Filmi’ listesine girdi.
Ben filmi yurtdışında, ağzına kadar dolu ve sanırım benle karımdan başka Türk olmayan bir salonda izlemiştim. Film bitince, bir tiyatro seyircisi gibi ayakta alkışlamıştı izleyiciler ve çok etkilenmiştim. “O bozkırda onlar da kendilerinden bir şey bulabildiler herhalde” diye düşündüm. Bir yandan da gerçekten çok yerel bir duygu var, şive, insanlar, haller... Yabancıların tam olarak anlayıp anlayamadığını hep merak ederim...
- İnsanlığın ortak bir vicdanı var, diye düşünüyorum. Ülkeyle milletle tarif edilecek bir şey değil. Örneğin Ingmar Bergman, bir arkadaşıyla bir stüdyoda etrafına bakınırken, metal kutular içinde film bobinleri görüyor, üzerinde ‘A. Rublev’ yazıyor kutunun. Makiniste soruyor. “B.ktan bir Rus filmi işte” diyor adam, “Tarkovski mi ne, öyle birinin.” [Andrei Rublev, Tarkovski’nin 1966’da çektiği filmin adı.] Bergman adamı ikna ediyor; film, sadece o ve arkadaşı için gösteriliyor. “Dayak yemiş gibi çıktık” diye anlatıyor sonra Bergman. “Üstelik film Rusçaydı ve altyazı da yoktu.” Sonra uzun süre düşünüyor İsveçli yönetmen, “Neden bu kadar etkilendik” diye kendine sorup duruyor. Az önce konuştuğumuz ‘Solaris’ de benim için işte böyleydi. Filmden sonra “Dünya artık benim için başka bir yer” demiştim.
YERYÜZÜNÜ SAHİPLENME İHTİYACI
İyi film, böyle dedirten film midir?
-Bir film benim duygularımı harekete geçirmeli ve ben o filmi seyrettikten sonra başka biri olmalıyım. Ancak o zaman bu dünyaya müdahale edebileceğime, itiraz edebileceğime, gidişata dair bir şey söyleyebileceğime inanırım.
Yusuf Atılgan’ın meşhur tanımı, ‘sinemadan çıkmış insan’ da böyle diyecek biri ama kısa ömürlü. Neden?
- Dışarıda uyaran çok. Ama yine de film seyrederek, kitap okuyarak iyileşebiliriz. Ben gece yarıları çalışan, yazan bir adamım. Karım uyur, oğlum uyur, ben çalışırım. Sabaha karşı üçte, kitabın birinde bir şeye rastlarım, piyango vurmuş gibi sevinirim, odanın içinde gezerim bir süre. Ne oldu da bana, bu dünyaya bir kez daha sahip çıkma gücü geldi birden? Sinema da öyle işte. Bu çağın illetlerinden birine iyi geliyor.
Nedir o?
- Bugün her şeyden haberdarmışız gibi davranıyoruz ama çok da yalnız ve çaresiziz aslında. Her şeyi seyrederek geçip gidiyoruz. Hiçbir şey hakkında söz söyleme, hiçbir şeyi değiştirme gücü yok. Kendimizi bir böcek gibi güçsüz görüyoruz belki. Kitaplar da filmler de, “Ben varım, bu dünyanın parçasıyım ve söyleyecek sözüm var” cesaretini veriyor bize. İzlediğin bir hikâyeden yola çıkarak, Tarkovski’nin deyişiyle ‘yeryüzünü sahipleniyorsun’.
BİR HEKİM ÖNCE AF DİLEMELİ
Hem hekim hem sinemacı olduğunuz için soruyorum. Ingmar Bergman’ın ‘Yaban Çilekleri’nde “Bir doktorun temel görevi af dilemektir” diye bir ifade geçer. Ben buna çok anlam veremedim. Siz ne dersiniz?
- Sistem insan vücudunu ona ait değil de; doktorun özgürce, kendi bildiği gibi at koşturduğu bir nesneye dönüştürdü. Bu yüzden katılıyorum, af dilemeliyiz ya da daha evvel müsaade istemeliyiz. Masanın arkasına geçip, “Sen ne anlarsın, iç şu hapları” diye iktidar kurmaktan vazgeçmek lazım. Sağlık sistemi yine kapitalist saiklerle bir pazar haline getirilmiş durumda; hekim de onun satış elemanı. Bunu aşmanın yolu, bu bilginin iktidar aracı gibi kullanılmak yerine hastayla bir yolculuğa dönüştürülmesidir. Böylece hekimlik de zenaat olmaktan çıkıp sanat halini alır.
Ercan Kesal'ın denemelerini ve gazete makalelerini topladığı yeni kitabı ‘Cin Aynası’ İletişim Yayınları’ndan çıktı.