Güncelleme Tarihi:
‘Hocaların hocası’ diyorlar ona. Memleket siyasetinde, sosyal bilimlerinde kimi biliyorsanız ya onun öğrencisidir ya da onun öğrencisinin öğrencisi. Hukukçu, siyaset bilimci, iletişim bilimci, sosyolog… Nermin Abadan-Unat, Cumhuriyet’i kuran neslin en önemli temsilcilerinden biri. Unvanları saymakla bitmiyor. Türkiye’nin ilk kadın siyaset bilimcisi, ilk kadın senatörlerden, ilk kadın gazetecilerden, Mülkiye’nin ilk kadın asistanı, ilk kadın doçenti, ilk kadın kürsü kurucusu, Basın Yayın Yüksek Okulu’nun ilk kadın müdürü... Göç ve kadın hakları konusunda tartışmasız bir uluslararası otorite. Kendini sıfırdan inşa eden bir kadın… Babasını kaybetmesinin ardından daha 13 yaşındayken, sıfır Türkçeyle, Budapeşte’den bir başına kalkıp geldiği İzmir’de hayatını ilmik ilmik ören bir kahraman… Bugün 94 yaşında… Boğaziçi Üniversitesi’nde hâlâ ders veriyor. Her seneye hâlâ hepimizden daha umutlu giriyor. Bu sene ‘2015’te daha güzel bir yarına bakabilmek için’ evinde verdiği yemeğin davetiyesine “hedef daha fazla demokrasi” yazan ‘hocaların hocası’nın kapısını çaldık, 94 yıldan süzdüğü bilgeliğinden yararlandık.
Siz ne araştırdıysanız bugün Türkiye de dünya da onu tartışıyor. Siyasi sistemler, hukuk, göç, kadınlar, medya… Nasıl değerlendiriyorsunuz gündemi?
Dertler hep vardı. Bugün de var. Hatta bugün dünden daha zor. Çünkü artık yeni, farklı bir âlemde yaşıyoruz. İnternetin dünyasına girdik. Uyum sağlayamıyoruz. Ben bugünleri 19. yüzyılda İngiltere’de yaşananlara benzetiyorum. Dokuma tezgâhlarında makineleşmeye geçilince işçiler gidip makineleri kırmıştı. Eski düzende devam edebilmek istiyorlardı.
Gezi’yi nasıl değerlendirdiniz?
Ben bu tür olayları Türkiye’ye özgü diye değerlendirmem. Bu bir dünya meselesidir. Bir sosyal hareketti Gezi. Dünyanın bir yerinde yaşanan, hele de bu internet ortamında, başka yere de sıçrar. Virüsler ve düşünceler sınır tanımaz. Eboladan korkuyoruz da ilerlemesini önlemek mümkün mü bugün? Fikirler yayılır, önlenemez. Amerika’da mecburi askerlik olduğu zaman protesto yapılmadı mı? Bugün yapmıyorlar, çünkü kalktı o zorunluluk. Hayat ilerledi. Sonradan ABD’ye başkan olan Clinton da protestonun içinde değil miydi? “Savaşmayın aşk yapın” demedi mi? İnsanlık olduğunca protesto olacaktır. Spartaküs de bir başkaldırı değil miydi? Kölelik varken köleler başkaldırdı, serfler
başkaldırdı. Fransız İhtilali, sonra diğerleri... İnsanoğlunun yaradılışında vardır; baskıya tahammül edemez.
• Günde en az dört gazete okurum. Hürriyet, Sabah, Cumhuriyet ve Yurt. Diğerlerini de internetten okuyorum. Oğlum her hafta Economist ve New Yorker dergilerini yollar. Der Spiegel’i arada bir alırım. Ama esas aşkım kitaptır tabii. En çok Yunus Emre okuyorum bu aralar.
• Magazin dergilerinden de hoşlanırım. Maliye Bakanı olsam, her maliye müfettişini Haftasonu, Alem gibi dergilere abone yapardım. Kimin ne kadar vergi vermesi gerektiğini hemen anlarlar.
• Dedikodu sütunlarını da çok önemserim. Toplum hayatında kim kiminle iyi, kim kiminle kötü bilmek önemlidir. Aşk mevzularını değilse de bu tür dedikoduyu önemsiyorum.
DALYA DEMEK İSTİYORUM!
Kaçta yatarsam yatayım, dört saat sonra kalkıyorum. İşlerimle meşgul oluyorum. Bu aralar yazacaklarım birikti. En büyük hedefim Yavuz’un [21 yıl evli kaldığı ilk eşi, hukukçu ve siyaset adamı Yavuz Abadan 1967’de hayatını kaybetti] yaşamını kaleme almak. Gelecek sömestr derslere girmeyeceğim, kapanıp yazacağım. O kadar büyük bir fakirlikten yetişti ki Yavuz… Ama çok büyük bir hukukçu oldu. Annesini dört aylıkken kaybetmiş, babasını dört yaşında. Evinde ders çalışmak için mum bile yokmuş, umumi helada çalışırmış. Ben böyle bir mücadele yapmadım ama o yaptı. İşte bu insanı anlatmak istiyorum. Karısı olduğum için benim görevim bu. Şu dünyadan ayrılmadan evvel bunu yazmam lazım. Öyle hemen gitmeye de niyetim yok. Dalya demek istiyorum!
HİTİT GÜNEŞİ KALIR
(Kapının önünde konuşuyoruz; Nermin Hoca birden gülümseyip, muzip bir şekilde soruyor)
- Hadi bana ‘Korkuyor musun’ diye sor!
- Neyin korkusundan bahsediyorsunuz?
- Yalnız yaşamaktan korkuyor muyum yani!
- Korkuyor musunuz?
- (Gülüyor) Tabii korkarım. Beşeri bir şey korkmak. Kapımı kilitliyorum tabii ama başka silahlarım da var. Beşiktaş Kent Konseyi 2010’da bana örnek vatandaş ödülü verdi (Gidip ödülü elinde özenle tartıyor.) İşte bu benim en büyük silahım! O olmazsa bir de bu var; Ankara Üniversitesi verdi… (Üzerinde Hitit Güneşi olan heykelciği eline alıyor) Ankara Belediye başkanı bunu sevmiyor ama herkes geçecek bu yaşayacak!
AKRANLARIMLA KONUŞACAK ŞEY BULAMIYORUM
Bugün sosyal bilimler alanında, siyasette kimi tanıyorsak sizin öğrenciniz. ‘Hocaların Hocası’ diyorlar size. Nasıl bir his bu?
Oğlum ve torunum hep çok uzakta olduğundan öğrencilerim çocuklarım gibi oldu. Hep fazla bağlanıyorum onlara, kendimi paralıyorum. Belki yanlış yapıyorum.
Ama bu kadar öğrenciyle yalnız kalmıyorsunuz herhalde?
Kadrimi biliyorlar, evet. Çok güzel şeyler yazıyorlar. Herkesin hayatta bir misyonu var. Benimki de buymuş demek. Ben giyim kuşamdan hoşlanırım, güzel şeyleri severim ama kendi akranlarımla konuşacak konu bulamıyorum. Hocalık bu yüzden hobimdir. Öğrencilerimden öğreniyorum.
GENEL YAYIN MÜDÜRÜNÜ KIZDIRAN FOTOĞRAFLAR
Türkiye’nin ilk kadın gazetecilerindensiniz. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ulus’ta çalıştınız. Nasıl hatırlıyorsunuz o günleri?
Ben tehlikeli gazetecilik yapmadım. Kendime de iyi bir karne verdiğimi söyleyemem. Bir iki falsodan sonra da bıraktım zaten.
Nasıl falsolar bunlar?
Ankara’da o tarihte yaşlı, babacan bir Uncle Moore yani Moore Amca isimli bir basın ataşesi vardı; savaş esnasında yayımlamamız için bize bilgi belge getirirdi. Bir gün büyük bir zarfla geldi, “Nermin Hanım bakın, müthiş bir şey bu” dedi. Amerikan general Patton, Auschwitz toplama kampına girmiş… Moore’un getirdiği fotoğraflarda yakılmış cesetler, bir deri bir kemik kalmış tutsaklar… “Çok önemli bunlar” diyerek, heyecanla genel yayın müdürü Mümtaz Faik Fenik’in odasına gittim. Arkadaşı Ahmet Muhip Dranas’la kahve içiyordu. Masasına koyduğum fotoğraflara şöyle bir baktı ve birden “Defolun” dedi. Neye uğradığımı şaşırdım; odama gittim. Hademeye“16 kuruşluk pul getir” dedim. Ulus, yarı resmi bir kuruluş olduğundan istifa dilekçesine pul da yapıştırmak gerekiyordu. O sırada Dranas geldi. “Ne yapıyorsunuz yahu” dedi. “Ne yapacağım ki başka” dedim, “Kovuldum odadan, istifa ediyorum.” Dranas, duruma şaşırtıcı bir açıklama getirdi: “Mümtaz Bey’in yüreği kaldırmıyor bu tür fotoğrafları, bir kadın önünde bayılmak üzere olduğu için sizi odadan kovdu” Dranas bu sözlerinden sonra istifa dilekçemi de yırttırdı.
Mümtaz Bey bir başka gün de beni yanına çağırtıp “Ocağıma incir ağacı mı dikmek istiyorsunuz siz” diye kızdı. Hiçbir şey anlamamıştım. Sonra açığa çıktı. Ortakulak sağırlığına karşı Amerikan ameliyat tekniklerini anlatan bir haber yazmıştım. “Orası ne der” diye endişe ediyormuş… “İsmet Paşa ne der”yani… İşitme güçlüğü çekiyordu. Benim gazeteciliğim bunlardan ibaret işte. Tehlikeli gazetecilik yapmadım, yaptığım kadarında da ağzımın payını aldım.
Günümüz gazetelerine nasıl bakıyorsunuz?
Bugünkü gazeteler çok daha rizikolu… Biz Cumhuriyet çocuğuyuz ama Cumhuriyet çocuğu da demokrasiyle büyümedi. İstiyorduk biliyorduk ama İsmet Paşa İstanbul Üniversitesi’ne ziyarete gelmişti. Ben de kütüphanedeydim. Kapı açıldı, başımızı çevirdik… Herkes önüne baktı. Görmezden geldik. Direnişimiz bu kadardı. Yok saymaktı. Demokratik değerler bir günde oturmuyor.
HAYATIMIN ÖDÜLÜ