Güncelleme Tarihi:
Rusya, jet krizi, IŞİD... Ne diyorsunuz hocam, dünyanın sonuna doğru emin adımlarla ilerliyoruz galiba...
- Ne yazık ki durum çok ciddi. İşin üzücü yanı, Türkiye bu cehennemin tam da ortasında. Yıllar önce Bill Clinton, “21. yüzyılda dünyanın kaderini Türkiye’nin tavrı belirleyecek” diye uyarıda bulunmuştu. Ben de “3. Dünya Savaşı’na giden yolda Türkiye’nin tavrı ne olacak?” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Geçen 16 yıl içinde Türkiye’nin tavrını gördük, umarım daha da kötüsünü görmeyiz.
Bölgede Suudi Arabistan, Katar ve biz; karşımızda ise İran, Esad, dışardan Rusya ittifak kurmuş görünüyor. Bu kamplaşma dini ve tarihsel olarak kaçınılmaz mı?
- Hiç kuşkunuz olmasın. Selefiler (Araplar) ile Sünniler (Türkler) bir tarafta, Şiiler (İranlılar) ise karşı tarafta. Sünni Kürtlerin durumuysa ikircimli. Konjonktür değişse de Mezopotamya’nın yazgısını daima coğrafya belirlemiştir. Etnik ve dinsel ayrımlar da ne yazık ki bu yazgının bir parçası.
AHMET DAVUTOĞLU KENDİ OLMAYI BAŞARABİLİRSE...
Bu gergin atmosferde Türkiye’nin başında kutuplaştırıcı söylemler kullanmakta pek ürkek davranmayan bir iktidar olmasını nasıl görüyorsunuz?
- Olumsuz tarafı çok konuşuldu, dilerseniz biz biraz da olumlu tarafından bakalım. Çünkü yaşamı sürdürebilmek için umut etmek zorundayız. Birkaç ismi hatırlayalım. Önce eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Mehmet Ali Şahin, belki şimdi dışarıda kaldı ama Bülent Arınç, ve bilhassa Ahmet Davutoğlu. Bu ve benzeri isimlerin kendileri gibi davranmayı becerebildikçe ayrıştırıcı, dışlayıcı, kutuplaştırıcı dilden uzak durma kapasitelerinin bulunduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Diğerleri de ister istemez daha kapsayıcı, daha kuşatıcı bir dil kullanmayı öğreneceklerdir. Taşra siyasetçilerini ciddiye almamalı; arka planda bu demokratik özeni üstlenecek siyasal potansiyeli var AK Parti’nin.
Ama oyunun dışında kaldılar...
- Olsun, oyun yine de devam ediyor. Bu yüzden kendi olmayı başarabilirse, Ahmet Davutoğlu’nun taşıdığı birikim sayesinde böyle bir yöne evrilebileceğini şahsen umut etmek istiyorum. Çünkü Türkiye’de inanan insanlar içinde farklı değerlere müsamaha gösterebilecek sessiz ama güçlü bir zeminin olduğunu biliyorum. Bu zeminin kendisini ifade edebilmesi için olağanüstü hal psikozundan, varoluş-yokoluş modundan çıkması gerekiyor. Tarihteki zengin deneyimleri de hatırlayarak Türkiye adına böyle bir geleceği en azından umut edebileceğimize inanıyorum.
Geçmişte başarıldı mı bu?
- Olmaz mı? Umudumuzu zaten geçmişten devşiriyoruz. İslam dünyası farklı kültürlerle kaynaşabilme yeteneği sayesinde antik felsefe ve bilim mirasını alabilmiş, hazmedebilmiş, ustalarını çıkarabilmiş. Aristoteles’in neredeyse bütün eserleri çevrilmiş. Euclides, Ptoleme, Hipokrat, Galen vs. Ama Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları, kıtlık ve veba salgınları bu ortamı darmadağın etmiş. İslam’ın doğusu kan gölüne dönerken, garip bir biçimde İslam’ın batısında, Endülüs’te bambaşka bir uygarlık havzası ortaya çıkmış.
İslam dünyasının Altın Çağ’ından söz ediyorsunuz...
- Endülüs İslam uygarlığının istisnai bir parçası olarak görülür. Bu doğru değil. Bağdat gibi, Kurtuba, Gırnata, Sevilla, Toledo kozmopolit bir başarıdır. Başarı, farklı unsurların yan yana durabilmesiyle mümkün olmuştur, tıpkı 18-19. yüzyıl İstanbul’u gibi. Osmanlı çökmeye yüz tuttuğunda ne yazık ki ayrıştırıcı koşullar bu birliktelikleri tuzla buz etmiştir.
Ya bugün?
- Umut insanın özü. Her şeye rağmen umut var. Geçen birkaç talebe Fransız Saint Pulchérie Lisesi’nde bir oyuna davet etti, Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ı oynanıyordu. Salonun en az üçte biri dindar gençlerdi. Contemporary Art’ta, Sabancı Müzesi’nde de aynı durum geçerli. Bienal’e, İstanbul Modern’e, İKSV’nin Film Ekimi’ne gidin, bakın ısrarlı müdavimleri arasında kimleri göreceksiniz? İttifaklara, etkilemeye ve etkilenmeye açık, şehrin ortak havasında soluk alıp veren, belki politik temsil gücü az ama kültürel düzeyi yüksek çok sayıda insan var bu ülkede. Sufiler de politik olarak güçlü değildiler ama toplumsal dokunun üst düzeyini onlar belirliyordu. Allah korusun, İstanbul’da bir deprem olsa, devletin yapacakları mı belirleyici olur, halkın mı? 17 Ağustos’ta gördük. Herkes kötü günlerde birbiriyle kaynaşmayı becerdi.
SERTLİK VE AĞIRLIKTAN ÇATLAYACAĞIZ NEREDEYSE
Bu toplum nasıl barışır? Ciddi psikolojik travmalar yaşatıldı topluma. Kabataş’ta bir kadına cinsel taciz iddiaları vs. Bu tür yalanlara muhafazakârlar neden tepki vermiyor?
- Ne yazık ki özellikle sağcı iktidarlar açısından toplumun çok hassas olduğu ortak değerlere ilişkin manipülasyon hamleleri her zaman işe yaramıştır. Oysa bizim hatırlamak kadar unutmaya da ihtiyacımız var. Gerçekte tarihi inşa eden hatırlama yeteneğimiz değil, unutma kapasitemiz. Unutmak erdemdir, bir zayıflık değil.
Sağlıklı bir gelecek kurabilmek için belki de sahip olduğumuz en önemli yetenektir unutmak!Siz iç dünyanızda neler yaşadınız bunlara tanık olduğunuzda?
- Ömrünü adadığı değerlerin kötü temsillerinden bir insan ne kadar ısdırap duyarsa, o kadar ısdırap duydum.
Sanırım İstanbul da sizin için bir ısdırap kaynağı...
- Hem de nasıl! Bu ülkenin geleceği kararıyor. Bu yanlış politikaların telafi edilemez sonuçlarını öngörebildiğim için ne zaman doğup büyüdüğüm şehre baksam acı çekiyorum. Çocukken düşlerimde, İstanbul’daki bütün çirkin binaları yıktığımı, sonra düzenli şekilde onları yeniden güzelce inşa ettiğimi görürdüm, artık göremiyorum. TOKİ binaları gibi telafi edilemez hatalar çok üzücü. İstanbul artık bir daha geriye dönülemeyecek biçimde bitti. Trafik problemi asla çözülemeyecek. Bu çirkinlik asla güzelleştirilemeyecek. Kalkınma filan derken insanı unuttuk. Belki sözleri, davranışları unutabiliriz ama her gün içinde nefes aldığımız şu çirkinliği görmemeyi nasıl başarabiliriz?
“100 yıl geriye gittik” dediniz telefonda.
- Biraz daha fazla.
IŞİD’E KATILANLARIN RUH DÜNYASI: YAŞAMDA BİR KARŞILIK BULAMAMA HALİ
IŞİD’in dayanak aldığı ‘Vahşetin Yönetimi’ diye bir kitap var. Orada “Cihada katılan bilir ki şiddet, sertlik, terorizm, korkutma ve katliam mubahtır” deniliyor. Dinde böyle bir şey var mı?
- Yorumu kimin ve niçin yaptığı önemli. Oysa bizim hakkında konuştuğumuz ana sorun, İslam dünyasının bilinci değil, bilinçdışı. Sözünü ettiğiniz dil, irrasyonel, çünkü duyusal ve duygusal. Ortadoğu’da olup bitenleri ancak bir düş yorumcusu hakkını vererek yorumlayabilir. İlgisiz, ilişkisiz, kopuk kopuk, muhayyileye dayalı fragmanların oluşturduğu bir düş ortamındayız. Bu yüzden gerçek olguları değil, düşleri yorumladığımızın bilincinde olmalıyız, hatta bir kâbusu. Freud, “Hiçbir düş geleceği göstermez” der. Düşler, gelecekten önce geçmişi analiz etmek için birer vasıta. “Dün ne oldu?”nun yanıtı alınmadan hiçbir düş bugünden bakılarak yorumlanamaz.
Bin Ladin, “Siz hayatı ne kadar seviyorsanız, onlar da ölümü o kadar seviyorlar” demişti. Bu ölüm tutkusunun açıklaması nedir?
- İşkence görmüş biri olarak diyebilirim ki işkence sırasında ölüm, bazen yaşamaktan sevimli gelir insana. Ölüme bu denli sevdalanmanın nedeni insanca yaşama dair hiçbir umudun kalmaması. Eşini, çoluğunu çocuğunu alıp IŞİD’e katılanların ruh dünyasında, ölümde bir karşılık bulmaktan çok yaşamda bir karşılık bulamama halinin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Neşenin yokluğu en temelde arzu yokluğuna dönüyor, arzu yokluğu haz yokluğuna,
haz yokluğu ise yaşamı sürdürme güdüsünün yara almasına. Din sadece bu halin bir ifade aracı, kesinlikle asıl
gerekçesi değil.
KİMSE YÜZDE 92’Yİ UNUTMASIN!
Paris saldırıları sonrası neden tek bir İslam ülkesinde kalabalıklar sokaklara çıkmadı? “Biz bu değiliz” demedi?
- Savaş içindeyiz. Belki üzücü, utandırıcı sahneler yaşıyoruz ama öte yandan yoksulluklar, sürekli yasakçı, korkutucu, ilkel yönetim tarzları altında büyüyen insanlar... Örgütlü azınlıkların ses çıkarma gücü örgütsüz kitlelere göre daha yüksek. Türkiye’de güya yüzde 8 IŞİD’i destekliyormuş ama kimse o kocaman yüzde 92’yi unutmasın! Halkın uzlaşma, dayanışma yetenekleri göz ardı edilmemeli. İnsan zor zamanlarda kötümser haklılık yerine, iyimser yanılgıyı tercih eder.
GEÇMİŞ BAĞDAT’TIR,KURTUBA’DIR, İSTANBUL’DUR
“Uygarlıklar doğar, büyür ve ölür ve bir daha asla dirilmez” diye bir tweet attınız. Ne demek istediniz?
- Dirilmiş bir uygarlık hatırlıyor musunuz? Ölmüş bir şey ‘dirilmez’, ama yeni bir uygarlık ‘doğabilir’. İslam dünyasının sorunu dirilmek değil, yeniden doğmak, yenilenmek! Geçmişle irtibat kurma, o geçmişi kavrama, zaaflardan ders çıkarma demek yenilenmek ve bir ‘şimdi’ içinde o değerleri farklı bir biçimde yeniden üretmek demek. Geçmiş Bağdat’tır, Kurtuba’dır, İstanbul’dur.
Bağdat’ı, Endülüs’ü hedefleyen yok gibi...
- Hiç kuşkusuz bunlar saf entelektüel arzular, yoksa adına İslamcılık denen içi boş tepkiselliğin böyle bir derdi yok. En büyük sorunları, ‘şimdi’ye ait olanı kavrama yetersizlikleri. ‘Şimdi’yi düşman görüyorlar. Olumlu yönüyle anı yaşadıklarında kendilerini kuşatan çerçeve tümden işe yaramaz hale geliyor. Hüzün ve teselli işe yararken, neşe devreye girdiğinde, yaşamla temas başladığında, işte o zaman sorun çıkıyor.
Arada kalıyor yani...
- Sultanbeyli’de, Gazi Mahallesi’nde, Ümraniye’de yaşayan çocuğun inanç dünyası belki onun mahrumiyetlere katlanmasını sağlıyor ama yaş ilerledikçe, diyelim ki bir gün Taksim’de içini neşe kaplayınca, elindeki dar çerçeveyle bu yeni deneyimler arasında çatışma başlıyor. Kışın Ağrı Dağı’nda okuduğunuz şiirleri yazın Bodrum’da okuyamazsınız. Şehir dönüştürür.
1.5 milyarlık bir İslam dünyasında tek bir sağlıklı demokrasi yok. Türkiye az çok örnek gösterilirdi, bizim de halimiz ortada. Değişir mi bu tablo?
- Tarihsel değişmeler bir çırpıda gerçekleşmiyor. Kilisenin alt edilmesi, aydınlanmanın ortaya çıkışı kolay olmadı. Büyük bedeller ödendi. Ama insan dünyayı bilme, anlama, yorumlama konusunda akla güvendi ve meyvelerini aldı. Şimdi başkaları da bu deneyimden yararlanıyor. Eldeki verilerden hareketle sadece analizle yetinseydik belki daha karanlık bir tablo çizerdik, ama bu sefer bir parçamızı da kenarda bırakmış olurduk. Bir parçamızı, yani sürekli düşünce ve sanat aracılığıyla zenginleştirebildiğimiz hayal kurma gücümüzü. İnsan hayal ettiği, edebildiği kadarıyla önünü görür. Daha özgür ve
kardeşçe bir dünyayı umut etmekten neden vazgeçelim?
Demin ‘kiliseyi alt etmesi’ dediniz. Daha kardeşçe bir dünya için dinin toplumsal yaşamda ‘alt edilmesi’ mi gerek?
- Dinin evrensel yorumlarının değil ama tarihsel yorumlarının terk edilmesi, o din için sıhhat işaretidir. Hıristiyanlık hâlâ Batı’da aile değerlerini temin ediyor, ama kilise siyasetin dışında. Sınırlarını biliyor. Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanlığı kültürel bir kurum ve güya siyaset dışı. Kim ne derse desin, insanın aklına, yasa koyucu yeteneğine, düzenleyici yanına, kendini yenileme kapasitesine güvenmek zorundayız. İlahi bilgiyi insan aklıyla ve yaşamla çatışacak biçimde değil, onunla uzlaşacak şekilde yorumlamak gerekiyor. Geç de kalmış olsa aydınlanma sürecinin içinden İslam dünyası da geçiyor, geçmek zorunda.
Yeni anayasa konuşuluyor. Sizce burada dini bir atıf olmalı mı?
- Anayasa bu ülkenin geleceğini belirleyecek, umuyorum siyaset ve bürokrasi, saray içi entrikalarla, ayak oyunlarıyla ülkenin geleceğini karartmaz. Çağdaş dünyada başımızı öne eğmeden, gururla ve dünyayla eşzamanlı yürüdüğümüzü hissedebileceğimiz bir anayasa yapmalıyız.