Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum

Güncelleme Tarihi:

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum
Oluşturulma Tarihi: Kasım 28, 2015 12:12

1954 yılından bu yana durmadan yazı yazıyor. Edebiyat dünyasının cumhurbaşkanı olarak tanınıyor. Hürriyet Yayın Danışmanı Doğan Hızlan, şimdi kendi renkli hayatını anlattığı yazılarından iki kitapla karşınızda. Onu yakından tanıyın ve hayatını film yapma fikrimi araklamayın lütfen.

Haberin Devamı

Doğan Bey hadi bize yol gösterin, bir insan nasıl edebiyatın cumhurbaşkanı olur?
Bir söz vardır, “Kâbe yolunun yol göstericisi bu uğurda can verenlerin kemikleridir”. Bu bilerek olan bir şey değil ama kendinizi adıyorsunuz.

İlk kim ilan etti cumhurbaşkanlığınızı?
Rahmetli arkadaşım Erdal Öz. İlk yazımın 50’nci yılı mı neydi, çıktı kürsüye, “Efendim, o bizim edebiyatın cumhurbaşkanı” dedi. Ve o söz yerleşti, kabul gördü. Bütün edebiyatçı arkadaşlarıma teşekkür borçluyum. Hiç itiraz etmediler, hatta desteklediler. Ertuğrul Özkök’ün enteresan bir yazısı vardır. “Benim her yazıma bir eleştiri, itiraz gelir. Tek itiraz gelmeyen yazım sizin cumhurbaşkanlığınızla ilgili yazımdı” diyor.

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum
1970’lerde Doğan Hızlan...

 

Haberin Devamı

Hoşunuza gidiyor mu bu?
Tabii insanın hoşuna giden bir yan var. Çalışa çalışa taş üstüne taş koyuyorsunuz, bir bakıyorsunuz yükselmiş. Bazen de Sisifos gibi çalışıyorsunuz.

O zaman ne yapmalı?
Yaptığınız sıfırlanabilir, hiç önemli değil. Tekrar yeniden taşı taşıyacaksınız. Ben, sanatın insana umut ve yaşama sevinci vereceğine inanıyorum.

Peki şans ne kadar vardı hayatınızda?
Ben hep takdir ve destek gördüm. İnsanın ömründe rastlantılara da inanırım. Hürriyet’e gelmem de bir rastlantıdır. 

 

SOKAK ÇOCUKLUĞUM YOKTU

Sizi kim keşfetti?
Hiç kimse. Tabii bu konuda, teyzelerimin, özellikle annemin büyük bir katkısı vardır. Lise öğrencisiyken “Bir profesöre gidiyorum” dediğimde, “Tabii” der, iltimaslar bulur, beni gönderirdi. Bir gün Behçet Necatigil’in kapısını çaldım, kapıdaki adama, “Beni Behçet Bey’e götürün” dedim. Çocukluğumda da biraz böyle giyinirdim. Kruvaze palto, fötr de var başımda. Adam beni müfettiş zannetti. Telaşla öğretmen odasına götürdü. Odaya girdiğimde yaptığım şeyin garip olduğunu anladım. Tek çocuğun girişken olmaktan çok, ne yaptığını bilmeyen, söylenmeyecekleri söyleyen yanı vardır. Bazı aile fertleri benim için “Bunu her yere götürmeyin” derdi.  

Haberin Devamı

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum
Fotoğraf:Levent Kulu

Seviyor muydunuz tek çocuk olmayı?
Seviyordum. Bir süre sonra insana tek çocuk olmanın bencilliği hoş gelir. Ama bir kötü yanı paylaşma duygusu taşımazsınız. Mesela ben bir şey alırım değil mi, en basit bir kurabiye tabağı “Yer misiniz” diye sorarım, “Hayır” diyene bir şey demem ama hayır deyip sonradan “Benim canım çekti” diyerek benimkini yemeye başladı mı çok kızarım. Hiçbir yere de gitmezdim. Gereken insanları annemler eve çağırırdı, fanus gibi. Bahçeli evimiz vardı. Orada konserler verirdik, müsamereler yapardık.

Edebiyatla ilgilenmek sizin çok istediğiniz bir şey miydi?
Çook.

Neydi sizi etkileyen?
Teyzelerim alınan dergi ve kitapları ciltletirlerdi. Para kavramı yoktur bende. Tanıdığımız dergiciler vardı, o dergileri alırdım. Arkamdan teyzelerim öderdi. Kapalı bir hayattı. Sokak çocukluğum yoktu.

Nasıl yani, hiç dizleriniz yara bere içinde kalmadı mı çocukken?
Hiç. Dışarı çıkmıyorum ki oynamaya, nasıl yara bere içinde olsun. Giyimli kuşamlı bir halde dolaşıyorum.

Bu sizin tercihiniz değildi herhalde, aileniz mi öyle istiyordu?
Artık o bir yerden sonra karışıyor.

Haberin Devamı

Anlayamıyorum, perdenin arkasından sokakta oynayan çocuklara bakıp içiniz gitmiyor muydu?
Hiç gitmedi. Hatta onları bazen küçümsedim. O verilen terbiyeyle ilgili. Çünkü onları eve çağırıyorum, ağırlıyorum. Pastalar, yemekler falan... Ama dışarıdaki o şartları kabul edilebilir görmüyorum. Küçükten beri böyle yetiştirilirseniz “Hayat budur” diyorsunuz. İstediğim yemeği yiyorum, istediğim yerlere gidiyorum, istediğim şeyi giydiriyorlar. Eğleneyim diye akşam gazinolara götürüyorlar. Çay saatim diye bir şey var.

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum

Teyzeleri, annesi ve anneannesiyle...


Başka bir çocukluk sizinkisi. Arkadaşlarınızla bile oynamıyorsunuz. Biraz yalnız gibi...
Hayır, yalnız değildim. Çünkü ben o çocukları değil, kendime benzeyen çocukları seçtim. Hepsi yazar oldu, edebiyatçı oldu. Onlarla ahbaplık kurdum. Hiç de öbür çocuklara imrenmedim.  

Ekşi Sözlük’ü açınca karşıma şöyle bir şey çıktı: Aşk, edebiyat ve müzik adamı, yarım yüzyıldan fazladır bekâr. “Ben nesnelere ve fikirlere duyduğum aşkı kısmamak için mecazi aşka hiç itibar etmedim” diyor. Bu söz size mi ait sahiden?
Hatırlamıyorum. Bazen yazım geliyor karşıma, bunu ben mi yazdım diyorum.

Haberin Devamı

Çok yazıyorsunuz çünkü... 
Şizoid dünya. Ben her yere edebiyattan, sanattan bakıyorum. Şarlo ile Gertrud Stein bir yemeğe giderler İngiltere’de. Şarlo der ki “Gertrud, şu çimlere bak”...  O da der ki “Turner’ın resimlerindeki yeşil beni daha çok ilgilendirir.” Ben de çıplak doğada bir şey hissetmiyorum. Ama bir natürmortta, bir başka resimde o doğayı seviyorum. Karşı karşıya kalmak değil mutlaka arada sanatın perdesi oluyor.

Bu epey korunaklı bir hayat değil mi?
Sürprizlerle karşılaşmayı sevmiyorum.  Çünkü sürprizsiz yetiştirilmişsiniz. Ne olacağını biliyorsunuz. Yani birinin “Hadi bu akşam yemeğe gidelim” demesi etkilemiyor beni.  Çünkü o gün o yemeğe gitmeye alışık değilim veya planlamamışım. O gün evde sevdiğim bir yemek yapılmış, oraya gideceğim. Birkaç gün evvelden söylenmesi lazım. Korunaklı olursanız bazı şartlarla yüz yüze gelmezsiniz.

Haberin Devamı

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum
Ortaokul yıllarında evinin bahçesinde arkadaşlarıyla...

 

Mutluluk veriyor mu bu?
Başka türlüsünü bilmediğiniz için evet mutluluk veriyor. Bir konferans vermeye gittim. Konuşmaya başladım. Biri çıkıp “Siz herhalde hiç yatılı okulda okumadınız” dedi. “Hayır” dedim. “Yatılı okulda okuyanlar hayatın gerçeklerini bilir” dedi. Beni oraya davet eden arkadaşım yatılı okulda okumuştu, ondan öğrendiğimi söyledim.

Aynı zamanda gazetenin yayın danışmanısınız. Malum Türkiye’de olaysız gün geçmiyor. Patlamalarda masum insanlar hayatını kaybediyor, kadın cinayetleri işleniyor. Böyle durumlarda da mı sanata kaçıyorsunuz?
Ben hep gazetede sanat sayfalarını yönettim. Ama gündelik haberde hiç yer almadım. Bu açıdan çok da şanslı sayarım kendimi. Beraber çalıştığım her patron, her genel yayın yönetmeni hakikaten beni kendi alanımın sınırları içinde özgür bıraktı.

Hemen hemen burada televizyon açık olmayan tek oda benim. Bir vatandaş olarak ilgileniyorum. Ama nesnel bir ilgilenme. Hatta bazen birileri telefon eder, “Böyle bir şey olmuş” der, “Aaaa sorayım yazıişlerine” diyorum. James Joyce’a “Savaş zamanında ne yapıyordunuz” diye sorarlar, “Roman yazıyordum” der.

 

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum

Sabahattin Kudret Aksal, Edip Cansever, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan...



Bizim toplum bu yüzden mi bu kadar mutsuz dersiniz?
Taksiye biniyoruz, siyaset konuşuyoruz. Hastanede, yolda her yerde “Ne olacak bu memleketin hali” diyoruz. - Hiç şüphesiz. Acaba herkes sabah akşam Davutoğlu’yla, Tayyip Erdoğan ile, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Demirtaş ile mi yatıp kalkıyor? Hayır. Hayatın bambaşka renkleri var. Hobi denilen bir şey var yahu. Hayal gücünü geliştiren bir şey. Siyasetçimiz de öyle. Herhangi bir zevki yok. Savaş sonrası herkes ilk olarak opera binalarını, konser salonlarını açıyor. Bunların ruhları geliştirmede, maneviyat düzeltmede insana direnç verdiği biliniyor. Bizde böyle bir şey yok. 

Sizi kıskanıyorum. En sevdiğim yazarlar, şairlerle aynı masalarda oturmuşsunuz. Oğuz Atay’lar, Cemal Süreya’lar, Turgut Uyar’lar, Edip Cansever’ler... Kuşkusuz bugün de çok iyi edebiyatçılar var ama sanki onları bugün bile okuduğunuzda başka bir büyüsü var.
O eski edebiyatçılar zor şartlarda yazarlardı. Edebiyatın sihri o zaten. O cefalarda, o yoksullukta, o yoksunlukta. Hepsini yakından bilirim. Kemal Tahir birinci katta sobalı bir evde otururdu; Orhan Kemal; Behçet Necatigil. Onlar durmadan yazmışlar. Bunlar tabii zamanın dervişleriydi. Bugün de iyi yazarlarımız var ama yıllar sonra onları okuduğumuzda ne hissedeceğiz. İşte bunu bugünden kestirmek mümkün değil.

Yıllar içinde vasatlaştığımızı düşünüyor musunuz? Oysa Nobel almışız, Cannes’da ödül kazanmışız. Ressamlarımızın eserleri önemli yerlerde sergilenmiş. Ama bu vasatlık hissi niye?
Vasatlık toplumda popüler kültürün yaygınlaşmasından ötürüdür. Televizyon ve gazetelerin negatif etkisi var maalesef. Siz çok iyi bir yazardan söz etmeyip, çok satan bir yazarı tanıyorsanız edebiyatın vasata indirilmesinde sizin de suçunuz var demektir. 

 

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum

 

EVİMİ BULAMADIĞIMI BİLİRİM

Anılarınızda okumuştum. Okul önündeki köfteciden köfte yemek istiyorsunuz. Ama anneniz izin vermiyor. Sonra size belli etmeden kendisi yapıp, köfteciye götürüyor ve onu yiyorsunuz. Anneniz, teyzeleriniz ve anneannenizle büyüyorsunuz. Ve onlar sizin üzerinize çok titizleniyor. Bunlar hayatınıza nasıl yansıdı? 
Bir kere her istediğim çabuk olsun telaşındayım. Beğendiklerimin herkesçe beğenilmesini istiyorum. 8-10 kişilik bir yere gittiğimde, “Onu yeme, o yenir mi” diye karışırım. Bunlar beni itici kılıyor. 

İtici kıldığını sanmam. Başka? 
Çocukken bir yere gideceğim zaman, taksiyle gönderirlerdi. O yüzden yön duygum yoktur. Evimi bulamadığımı bilirim.  

Okula da mı taksiyle giderdiniz?
Evet. Alberto Manguel’in kitabında çok güzel bir şey gördüm. Diyor ki, “17 yaşında ayakkabı bağlamayı öğrendiğim için yazarlıktan başka bir şey yapamayacağıma karar verdim”. Ben hâlâ bağlayamıyorum.

Bir yere gittiğinizde ayakkabı çıkarmanız gerekirse ne yapıyordunuz?
Bir kere dedim ki “Peki kim bağlayacak”. Teyzelerim “Biz bağlarız” dediler. Otururdum, onlar bağlardı.

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum
Fotoğraf:Levent Kulu


Paşalar gibi yaşamışsınız valla Doğan Bey...
Ama bu kötü bir şey. Bir de üstüne bağcıklı ayakkabıyı severim. 

Şimdi kim bağlıyor?
Yakın arkadaşlarım, kim görse, “Sen otur, biz bağlarız” diyorlar. Bir arkadaşım çok sıkı bağladı. “Ayol dedim, köy bağcığı gibi, ne biçim bağladın”...

Bir de beğenmiyorsunuz...
Evet, sonra bir gün seyahatteyiz, bağlayamıyorum. Dedim ki “Hiç teşebbüs etmiyorsun”. “Bir şehirli nasıl bağlar, ona bakıyorum” dedi. Yapamıyorum işte.

 

YOK ETMENİN İTİBARINA YÜZ VERMEDİM

Doğan Hızlan: Hâlâ ayakkabılarımı kendim bağlayamıyorum

Eleştirmensiniz ama kimseyi sert eleştirmiyorsunuz. Hatta bu yüzden de eleştiriliyorsunuz. 
Evet, çok doğru. Ben her zaman var etmenin zorluğunu seçtim, yok etmenin itibarına yüz vermedim. Çok kolaydır bir kitabı yok etmek: “Okumayın, atın elinizden.” Bunu demek çok kolay. Ben beğendiğim bir kitabı ya da beğendiğim bir edebiyatçıyı anlatıyorum.

Ne dersiniz bir gün kitaplar tarihe karışır mı?
Bilmiyorum ki, ben internette aşk yapmayı da anlayamıyorum. Dokunmadan nasıl olur ki. Sanal tatminden yana değilim.

Hadi madem siz aşk dediniz, biraz aşktan meşkten konuşalım. Bugünün aşklarını anlatın bize, sizin cepheden nasıl görünüyor?
İyi görüyorum ben. Eskiden önce muhallebiciye, pastaneye, sinema locasına gidilirdi. İnanır mısınız ben zamanında da uzun şeylere girişemedim. Biriyle buluştunuz, bir aşk yapacaksınız değil mi? Sabahlara kadar bir yerde sürünmenin ne anlamı var ki? Şimdi bugünkü kuşak soruyor, sana mı gideceğiz bana mı? Eskiden o kadar vakit kaybedilirdi ki. Ama ben bugünkü kuşak gibiydim.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!