Güncelleme Tarihi:
Reformcu ‘First Lady’: Latife Hanım
İpek ÇALIŞLAR
Milli Mücadele’nin ardından kurulan yeni düzende kadınlara oy hakkı konusunda bir karar verilmesi gerekiyordu. Seçim Yasası, Meclis’teydi. Bir grup kadın, siyasi hak talebiyle kıpır kıpırdı. Latife Hanım da kadınlara siyasi hak tanınması için Çankaya’da faaldi.
Yeni seçim kanunu kadınları hayal kırıklığına uğratacak biçimde çıktı, ancak Latife Hanım ısrarından vazgeçmediği gibi, milletvekili olmak istiyor ve Mustafa Kemal ile tartışıyordu.
O günleri anlatan anı kitaplarından Latife Hanım’ın ‘Gazi Paşa’yı sıkıştırdığını’ öğreniyoruz.
Dönemin gazetelerinden Vakit, 18 Nisan 1923 günü ‘Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı’ üzerine bir anket başlattı. Gazete, kadınlardan mebus adayı kim olabilir, sorusunu da ankete dahil etti.
Baş başa yemek yerlerken, Mustafa Kemal, “Bugün Vakit gazetesini gördün mü” diye sordu. “Kadınlar eğer siyasi haklarını ele geçirirlerse, seni İstanbul’dan aday göstereceklermiş” dedi.
Latife Hanım’ın cevabı netti:
“Evet Paşam, ben de kendileri gibi düşünüyorum. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?”
“Nasıl?”
“Kadınlarla erkeklerin eşit haklar içinde yaşamasını...”
“Bunu sana birçok defa söyledim.”
“Peki, mebusluğu bana yakıştıramıyor musunuz?”
Mustafa Kemal, kadınlar için eşit haklar istiyor ancak eşinin Meclis’te olmasına sıcak bakmıyordu.
Latife Hanım, eşi Mustafa Kemal Paşa ile de eşit ilişki kurmakta özenliydi. Bir taziye gönderilecekse, o da mutlaka kendi adıyla telgraf çekiyor, bir yardım yapılacaksa, eşiyle eşit miktarda bağışta bulunuyordu.
Mustafa Kemal’in çıktığı yurt gezilerine Latife Hanım’ı da mutlaka birlikte götürmesi, dünyanın ilgi odağı oluyor, Türkiye’nin liderinin eşini de görünür kılması bir reform olarak algılanıyordu.
Latife Hanım iki buçuk yıllık evliliği süresince, kendisini hep eşinin yardımcısı olarak tanımladı.
1925 yazında son bulan evliliğin ardından Latife Hanım’dan bize ne kaldı?
Kadın-erkek eşitliğine atılan kararlı adımlar, açılmayan anılar ve Çankaya Köşkü’nün ikinci katına kendisi için eklettirdiği kocaman çalışma odası. Bu oda, Latife Hanım’ın eşitlik anlayışının ölçüsü olarak yerli yerinde duruyor.
Cumhuriyet’in asi kızı Halide Edip
Taha AKYOL
Halide Edip Adıvar (1884-1964) bugünkü Türkiye’de genellikle ‘roman yazarı’ olarak bilinir. Halbuki yakın tarihimizdeki büyük dönüşüm dönemlerinde hem rol almış hem o dönemlerin kitaplarını yazmıştır.
Osmanlı’da modern kadın hareketinin ve milliyetçilik fikrinin doğuşunda Halide Edip öncülerden biridir. ‘Mor Salkımlı Ev’ adlı kitabında bu döneme ilişkin anılarını yazdı. ‘Yeni Turan’ adlı kitabı da modern ve milli bir Türkiye ütopyasıdır.
Milli Mücadele fikrinin doğup gelişmesinde rolü önemlidir. Ünlü Sultanahmet Mitingi’nin ateşli hatibidir. İstanbul’daki lüks hayatı bırakıp eşi Adnan Bey’le birlikte yoksul Ankara’da Milli Mücadele’ye katılan ‘Halide Onbaşı’dır o. Bu dönemde Mustafa Kemal Paşa’nın en yakınındaki isimlerden biridir. ‘Türkün Ateşle İmtihanı’ adlı kitabında bu dönemin önemli belgelerinden biridir. Atatürk’ün kişiliğini tanımak için temel kaynaklar arasında yer alır bu kitap.
Modern ve milliyetçi Halide Edip elbette cumhuriyet yanlısıdır fakat liberal fikirlere sahip olduğu için ‘muhalif’tir, ‘Cumhuriyet’in asi kızı’dır. ‘Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri’ adlı kitabı bence fikriyat sahasında en büyük eseridir.
Milli Mücadele ve Cumhuriyet liderleri genellikle Alman veya Fransız düşüncesinden esinlenmişti. O nesilde bir tek Halide Hanım Amerikan Koleji’nde okumuş, Anglosakson demokrasisinden esinlenmişti. Onun için farklı bir penceredir. Kadın hareketi lideri, milliyetçi düşünür, Kuvayı Milliyeci ve demokrat olarak Halide Hanım’ı tanımak gerekir.
En idealist öğretmen
Refet Angın (1915-2010) Türkiye’nin ilk öğretmenlerinden.
Emniyet Amiri Hafız Şerif Bey’in kızı Refet Angın’ın hikâyesi, 1915 yılında Gelibolu’da savaşın ve kıtlığın hakim olduğu bir dönemde başladı. Okuma yazmayı annesinin yardımıyla söken Refet, Cumhuriyet Okulu sınavını kazanıp okula üçüncü sınıftan başladı. Daha o yaşında öğretmen olacağından o kadar emindi ki Atatürk’le ilk karşılaşmalarında “Büyüyünce ne olacaksın çocuk?” sözüne, “Öğretmen” yanıtını verdi.
İlk Öğretmenler Günü’nde yılın öğretmeni seçilen, 1982’de emekli olana kadar pek çok okulda öğretmen, müdür yardımcısı ve okul müdürü olarak eğitim veren Refet Angın, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk kadın öğretmenlerinden olarak 90 yaşında verdiği bir söyleşide Atatürk’e karşı görevini yerine getirmiş olabilmeyi istediğini söylüyordu.
2010 yılında kaybettiğimiz Angın, annesinin çok yıllar sonra itiraf ettiği “Ben senin günlerce aç kaldığını bilirim” sözünü de hayatı boyunca unutmamıştı.
Cumhuriyet’in Hanımefendisi: Mevhibe İnönü
Gülsün BİLGEHAN
7 Şubat 1992 sabahı bütün Türkiye bir kadın için ağladı. Cenazesine, devlet töreni olmadığı halde, cumhurbaşkanından temizlik işçisine kadar toplumun her kesiminden insan katıldı. Cami avlusunu dolduranlar, imamın, “Merhumeyi nasıl bilirdiniz” sorusuna kalplerinden gelen bir içtenlikle, çoğunun gözlerinde bir damla yaş, “İyi bilirdik!” diye tek ağızdan yanıt verdiler. Orada bulunanların rütbeleri, sınıfları, siyasi fikirleri kalmamıştı, hepsini aynı kadına duydukları saygı birleştirmişti...
Mevhibe İnönü, ‘Cumhuriyet’in Hanımefendisi’ydi.
1897’de Osmanlı İmparatorluğu’nda doğan küçük kızın beşiğine sanki o gün gökten melekler inmiş ve her biri çeşitli dileklerde bulunmuşlardı. Bir tanesi güzellik, zarafet, iyilik; diğeri sabır, cesaret ve zekâ, en sonuncusu ise olağanüstü bir hayat sunmuştu. Babasını küçük yaşta kaybeden Mevhibe, annesi ile büyükbabasının İstanbul’daki evinde, muhafazakâr bir ortamda büyümüştü. 1916’da, Süleymaniye semtinde, kendisini bir anahtar deliğinden görerek beğenen Miralay (Albay) İsmet Bey’le evlendi ve eşinin Milli Mücadele’ye katılmasıyla hayatı birdenbire değişti. Birçok vatansever gibi ailesiyle birlikte Anadolu’ya geçti. Sakarya Savaşı sırasında ilk çocuğu İzzet’i Malatya’da kaybettiğini aylarca cephedeki eşinden sakladı. Kurtuluş Savaşı’nı Malatya, Konya ve İzmir’de yaşayan Mevhibe Hanım, 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imzalanan Barış Antlaşması imza töreninde yeni kurulacak Türkiye devletinin ilk örnek kadını olarak yer aldığında, 26 yaşındaydı.
Mevhibe Hanım, savaşla geçen dokuz yılın ardından, Cumhuriyet’in ilk başbakan eşi olarak 1925 yılında Ankara’ya geldi ve Çankaya’da Pembe Köşk diye adlandırılan eve yerleşti. İzmir’de doğan oğlu Ömer’den sonra, 1926’da Erdal ve 1930’da Özden burada dünyaya geldiler. 1938’e kadar başbakan ve 1938-1950 arası cumhurbaşkanı eşi olarak toplum önünde sürekli ‘en önemli kadın’ görevini üstlenen Mevhibe İnönü, gösterişten uzak sade kişiliği, zarafeti ve iyi kalbiyle Türk halkının gönlüne yerleşti. Türkiye Yardım Sevenler Derneği ve Türk Kadınlar Birliği gibi sosyal amaçlı kuruluşlarda kurucu olarak çalışan Mevhibe Hanım, gelenek, görenek ve inancına bağlılığını sürdüren çağdaş bir Cumhuriyet hanımefendisi olarak tanındı. Başkentin sürücü ehliyetine sahip ilk kadınlarından oldu, iyi bir biniciydi, kar kayağı yaptı, uçak bile kullandı! Kaç-göç alışkanlığıyla yetişen dönemin kadınları için, toplumda eşi ile el ele yer alan bir rol model, önder oldu. Hayatı boyunca siyaset ve devlet işlerine karışmaktan özenle kaçınan Mevhibe Hanım, kendisine büyük bir aşkla bağlı olan İsmet İnönü ile 57 yıllık mutlu bir evlilik yaşadı, sevgi dolu bir anne ve sevimli bir büyükanne olarak 1992 yılında vefat ettiğinde arkasında unutulmayacak bir isim, pek çok anı, belge, mektup ve titizlikle sakladığı özel eşyalarını bıraktı. Bunların arasında yıllarca Türk kadınının şıklığını yansıtmış giysileri önemli bir yer tutuyordu.
Piri Reis’i dünyaya tanıttı: Afet İnan
Prof. Dr. Tülay Alim BARAN
1925 yılında Bursa Kız Öğretmen Okulu’nu bitiren Afet İnan, İzmir’de öğretmenlerin verdiği bir çay ziyafetinde Mustafa Kemal ile tanışmış ve onun desteği ile önce dil eğitimi daha sonra ise üniversite ve doktora çalışması için Lozan’a gitmiştir. Yabancı ders kitaplarında gördüğü Türk milletine ilişkin doğru olmayan bilgiler onu Türk uygarlığı konusunda çalışmaya yönlendirmiştir. Gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışında Türk tarihine dair yanlışları düzeltmek, eksiklikleri gidermek ve sahip olunan değerleri ortaya çıkarmak için Mustafa Kemal Atatürk ile görüş alışverişinde bulunarak çok sayıda çalışma yapmış, Cenevre’de verdiği konferanslaPiri Reis’in dünyaya tanıtılması konusunda önemli bir adım atmıştır. Atatürk’ün özellikle tarih ve dil çalışmalarında yanında bulunmuş ve Türk Tarih Kurumu’nun oluşturulmasında kurucu üye olarak görev aldığı gibi, bu kurumun çalışmalarının vazgeçilmez bir ismi olarak Türk milletinin dünyadaki yeri konusundaki algıyı bilimsel verilerle değiştirme hedefini sürekli olarak muhafaza etmiştir.
Yazdığı eserlerle sadece Türk tarihine ve uygarlığına katkıda bulunmamış aynı zamanda Cumhuriyet’in kültür alanına ilişkin adımlarının, bu konuda çalışma yapan kişilerin ve bu çalışmaların başında bulunan Mustafa Kemal’in de daha iyi kavranmasına yardımcı olmuştur. Toplumun eşit bireyleri olan kadınların siyasi haklarının verilmesi konusunda başlamış olan çalışmaların hızlandırılmasını sağlamış olan Afet İnan, bu mücadelesi ve başarısı nedeniyle Cumhuriyet kadınları için ayrı bir öneme sahiptir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Atatürk’ten Mektuplar, Atatürk ve Kadın Haklarının Kazanılması, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İzmir İktisat Kongresi ve Mustafa Kemal’in kendisine dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabı başta olmak üzere Türkçe ve yabancı dillerde çok sayıda eser vermiştir. 8 Haziran 1985 tarihinde kaybettiğimiz Afet İnan, Atatürk ve dönemin düşünce hayatı konusunda temel başvuru kaynaklarından birisidir.
8 bin saat uçan kadın: Sabiha Gökçen
Sabiha Gökçen (1913-2001) dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu.
Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe geçen Sabiha Gökçen, aynı zamanda Atatürk’ün manevi kızlarından biri. Bir Bursa ziyareti sırasında Atatürk tarafından 12 yaşında evlat edinildi, Üsküdar Kız Lisesi’ni bitirdi. Ardından Türk Hava Kurumu’nun Havacılık Okulu’na girdi. Yüksek planörcülük kurslarına katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne bağlı Kırım’a giden Gökçen, geri dönüşte Eskişehir Hava Okulu’na girdi. 1934’teki Soyadı Kanunu’yla birlikte Atatürk tarafından kendisine ‘Gökçen’ soyadı verildi. Av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı. 32 muharebe uçuşuyla birlikte toplam 8 bin saat civarında uçuş gerçekleştiren Gökçen, Cumhuriyet’in en tartışmalı askeri operasyonları arasında gösterilen ‘Dersim Harekâtı’na da katıldı.
1938’de yaptığı Balkan turuyla adını Avrupa’ya duyurmaya başladı. Gökçen, 1940 yılında Üsteğmen Kemal Esiner ile evlendi ve eşine kendi soyadını verdi. Son uçuşunu, tam 83 yaşında 1996 yılında gerçekleştirdi. Fransız pilot Daniel Acton ile bir Falcon 2000 uçağı kullanan Gökçen 2001 yılında yaşamını yitirdi.
Ben korku nedir bilmedim: Semiha Es
Kore’de üç zor yıl... Semiha Es, bu yıllarda haftada beş gün hep cephede çalıştı. Derme çatma kulübelerde, tahta sıraların üzerine kıvrılarak bazen kıyafetlerini bile çıkarmadan uyudu. Ölü askerlerin cesetleriyle, her an patlamaya hazır cephane dolu kamyonlarda seyahat etti. Cepheden hastaneye yaralı taşıdı... Ve çevresinde gördüğü her şeyi, vahşeti, şiddeti, masumiyeti, bitmek bilmez bir merakla fotoğrafladı. Bütün dünya görsün diye kayıt altına aldı. 1950-53 yıllarında, Kore Savaşı’nı Hürriyet okurlarına aktardı.
Semiha Es, bir öncü kadın... O güne dek erkeklere ait olduğu varsayılmış bir alanda, savaş muhabirliğinde sivrilmiş, iz bırakmış bir kadın. Vietnam’dan Ruanda’ya boynunda fotoğraf makinesi, tüm tehlikeleri göze alarak seyahat etti, savaşın göbeğinden bildirdi. 2012’de 100 yaşında vefat etmeden önce verdiği röportajlardan birinde “50 yıl boyunca elimde fotoğraf makinemin olmadığı bir anım olmadı” diyordu.
1912 doğumlu Es, çocukluğundan beri fotoğrafa meraklıydı. Gazeteci Hikmet Feridun Es’le evlenmesinin ardından beraber seyahat etmeye, haber yapmaya başladılar. Biri yazıyor, diğeri fotoğraf çekiyordu. Semiha Es’in kadrajına Hollywood ünlüleri de girdi, Afrika kabileleri de... En unutulmaz karelerini savaş alanlarından geçti. “Ben korku nedir bilmedim ama savaş çok korkunç” diyen Es, hayatının sonuna kadar etrafına araştırarak bakmayı sürdürdü. Son yıllarında yatağını pencere önüne kurdurması şüphesiz bundan.
Görkemli bir gerçek: Mualla Eyuboğlu
Tuba ÇANDAR
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının ilginç bir temsilcisidir. Trabzonlu Eyuboğlu ailesinin tek kızları; ressam Bedri Rahmi ile şair Sabahattin Eyuboğlu’nun kızkardeşleridir. Kendisini onlarla tanımlamaktan gocunmaz, ünlü olmamayı önemsemezdi.
Oysa Türkiye’nin ilk kadın mimarlarındandır. Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdikten sonra, ‘Köy Enstitüleri’ denilen eğitim seferberliğine katılmıştır. Bir Anadolu âşığıdır o. Gidilecek yere tren yoksa katır vardır mutlaka. Yün şalvarı ve postallarıyla yirmiden fazla Köy Enstitüsü’nün kuruluşunda çalışır.
Zehirli sıtma yüzünden babasının zoruyla İstanbul’a dönünce akademiye asistan girer. Ama sıkılıp kaçar, hafriyat mimarı olarak Efes ve Yazılıkaya kazılarına katılır.
Sonunda Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Raportörlüğü’ne getirilir: “Mardin’den Edirne’ye kadar bütün eski eserler kontrolüm altında. Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi, Süleymaniye Külliyesi, Emirgan Yalısı, ne varsa restore ettik işte. Rumeli hisarı ve Topkapı Sarayı Harem Dairesi’ni de tabii. Anlayacağın hep iş, hep iş...”
Yaşamöyküsünü anlattığım ‘Hitit Güneşi’ adlı kitabımda böyle özetlemişti, ülkesinin kültür mirasına adanmış koca ömrünü. Tevazu Mualla Hanım’ın hakikatiydi. Ama görkemli bir gerçekliği de vardı. Galata’nın ünlü Doğan Apartmanı’nda Anadolu uygarlıklarının canlı müzesi bir dairede yaşardı. Ak saçlarını gümüş tarakla tutturur, Anadolu motifli uzun giysilerini akik ve firuze takılarla süslerdi.
Kendine özgü bir Cumhuriyet kızıydı. Hem Atatürkçü bir idealist, hem de tasavvuf ehliydi. Hem geleneklerine bağlı hem de ‘haymatlos’ bir Almanla evlenecek kadar moderndi:
“Bu evde Robert’le (Anhegger) mevlit okutur, kandillerde toplanırdık. Adımızı gericiye çıkardılar. Köy Enstitüleri’nin yıldönümlerini kutlardık. Komünist dediler. Her boyaya boyandık yani. Hepsine gülüp geçtik. Sabahattin Abimin dediği gibi, ‘bizden memleketi sevmek, gerisine boş vermek...”
İlk ‘mektepli’ kadın fotoğrafçı: Yıldız Moran
Yıldız Moran (1932-1995) anadoluyu köşe bucak çektiği fotoğraflarıyla bir dönemi kayıt altına aldı.
Bir röportajında başarısızlık yüzünden başladığını anlatıyor fotoğrafçılığa. Kolejde sınıfta kalınca, dayısı ressam Mazhar Şevket İpşiroğlu onu fotoğrafa yöneltti. Okula gitmeye üşeniyordu (bu yüzden sınıfta kalmıştı) ama İngiltere’ye, fotoğraf eğitimi almak için gitmeye üşenmedi. 1950’de henüz on sekiz yaşındayken apar topar gittiği Londra’da, önce Bloomsbury sonra Ealing Teknik Koleji’nde eğitim aldı. Arkadaşları arasında hızla sivrilip Londra ve Cambridge’de sergiler açtı. İspanya ve Portekiz’i dolaşıp çekimler yaptı; bu çekimleri bir kitap haline getirdi.
Türkiye’nin eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısıydı. Memlekete döndüğünde Anadolu’yu köşe bucak dolaşıp fotoğraflar çekti; sergiler açtı, sonra tuhaftır, her şey birdenbire bitti. Şair Özdemir Asaf’la evlenip mesleğini bırakan Moran’ın sanatı, üslubu unutuldu. Ta ki son yıllarda yeniden -ve iyi ki- keşfedilene dek.
2013’te Pera Müzesi’nde açılan ‘Yıldız Moran-Zamansız Fotoğraflar’ sergisinin kataloğu, onu şöyle tarif ediyor: “Işığı büyük bir ustalıkla kullanarak elde ettiği teknik başarısının ötesinde; ruhunu, aklını, kalbini yani kendini de katarak görüntünün izini derinleştirebilmiş bir fotoğrafçı.” Belli ki izini kaybettirmekte de ustaydı.
Benzemez kimse ona: Müzeyyen Senar
Cumhuriyet’in divası. Benzersiz bir ses. Cumhuriyet’ten beş yıl önce doğdu, Mondros Antlaşması’nın imzalanmasından birkaç ay evvel. Klasik Türk Musikisi’nin birçok sembol ismi gibi Bursalıydı. Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti’nde başladı. Güçlü sesi, ustaların dikkatini çekti. Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar gibi klasik Türk muziği üstatlarından dersler aldı. Kısa sürede şöhret oldu. Öyle ki Mustafa Kemal bile onu sahnede dinledi. ‘Türk sanat müziği’ denince akla gelen ilk isimlerden biri oldu hep. Hem taşplak hem kaset hem CD döneminde albümler yaptı. Bu özelliğiyle de benzersizdi.
‘Cumhuriyetin Divası Müzeyyen Senar’ kitabının yazarı Radi Dikici, onu şu sözlerle anlatıyor: “Tılsımını adının harflerinde taşıyan bir imge... Dudaklarının arasından dökülen tek notayla milyonların yüreğini titreten eşsiz bir ses... Gözlerinin ışığıyla bulunduğu ortamın aurasını değiştiren bir eda... Seslerin ve ezgilerin büyüleyici dünyasına adanmış bir yaşamın öznesi... Sözcüklere sığmaz bir kadın... İhtişamlı bir geleneğin klasiklerinden, günümüzün gönül okşayan fantezilerine uzanan musikimizin doruktaki değerlerini en özgün ve özenli biçimiyle geniş halk kitlelerine benimseten yüksek icranın eşsiz bir örneği...”
O ses gerçekten Türkiye: Safiye Ayla
Safiye Ayla (1907-1998) pek çok sanatçı için bir ‘ölçüt’ oldu.
Türkiye iki sesle özetlenecek olsa, biri Zeki Müren’dir diğeri ise Safiye Ayla. Kendinden sonra gelen her ses için bir ölçüt oldu, “Bir Safiye Ayla değil ya” dendi mi başlar yere eğildi. Oysa o hayata şanssız başlamıştı. Babası henüz o doğmadan, annesi ise üç yaşındayken öldü. Çağlayan Darüleytamı’nda büyüdü, ardından Bursa Muallim Mektebi’nde okudu. İstanbul’a ilkokul öğretmeni olarak döndüğünde Eyyubi Mustafa Sunar’dan müzik dersleri aldı.
Öğretmenlik geride kalmıştı artık, o billur ses gazinoların yankılanmaya başladı. Pürüzsüz sesi, iyi diksiyonuyla ‘farklı’ydı. Popüler şarkıları da söylerdi klasik Türk müziğinden örnekler de. ‘Çile Bülbülüm’e başladı mı nefesler tutulurdu. Atatürk’ün onu dinlemekten ne kadar zevk aldığına dair hikâyeler hepimizin malumu. Sesi Çankaya’da çok kez yankılandı. Açılışından itibaren İstanbul Radyosu’nda sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu.
Bugün alışageldiğimizin aksine hayatının bütün ayrıntılarının bilindiği söylenemezdi. Hatta Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduğu Nalan Seçkin’in kaleme aldığı ‘Musalladan Şöhrete Safiye Ayla’ isimli kitapta yazılınca epeyce şaşkınlık uyandırdı. Ayla kitapta 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e de sitem ediyordu: “Sanıyorum Paşa’ya benim TİP üyesi olduğumu söylediler. O nedenle bana devlet sanatçılığı ödülü verilmedi. Bu yüzden ona kırgın ve küskünüm.
Ben de gönül çektim eskiden: Seyyan Hanım
Necip Celal besteledi, Necdet Rüştü sözlerini yazdı ve 19 yaşında gencecik bir kadın, içine kalbini katarak söyledi: “Mazi kalbimde bir yaradır / Bahtım saçlarımdan karadır / Beni zaman zaman ağlatan / İşte bu hazin hatıradır.” Türkçedeki ilk özgün tango şarkısı, 1932 ürünü ‘Mazi Kalbimde Bir Yaradır’ bugün hâlâ her dinleyeni efkârdan efkâra sürüklüyorsa, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ses veren o genç kadının, Seyyan Hanım’ın eşsiz yorumu sayesinde.
1913’te İstanbul’da doğdu Seyyan Hanım. Sesinin güzelliği onu orta eğitimden sonra devam ettiği konservatuvarda hemen öne çıkardı. Bir duyan bir daha unutamıyordu. Vefatından hemen önce, Murat Belge’yle yaptığı röportajda “Sesim alaturkaya gitmiyordu, tangoya müsaitti” demişti. Seyyan Hanım (daha sonra Seyyan Oskay) Cumhuriyet’le beraber kadın sanatçılara açılan sahnelerin öncülerindendi. O, yeni döneme ruhunu üfleyenlerdendi...
Aşkın solfej hali: Sezen Aksu
Mehmet Y. YILMAZ
Bir Sezen Aksu konserine giderseniz, ne görürsünüz?
“Saçmalama, elbette Sezen Aksu’yu görürüz” diyenlere, kırıldığımı söylemek isterim.
Yoksa siz, Sezen Aksu konserlerine, Sezen Aksu’yu seyretmek için mi gidiyorsunuz?
Hayır, ben o amaçla gitmem.
Şarkıları dinlemeye giderim, Sezen’i sahnede ve sahne dışında bin kere gördüm, onun için sahneye genellikle arkamı döner, konsere gelenleri izlerim.
Bir kere konsere gelen her dört kişiden üçünün elinde cep telefonu olur.
Kimisi telefonu sahneye doğru tutup, konsere gelemeyen arkadaşına şarkıları dinletmeye çalışır, kimisi video çekmeye.
Ama en çok birinci gruptakiler vardır, onları hemen anlarım, çünkü telefonu yukarıya olabildiği kadar kaldırıp, sahneye doğru tutmaya çalışırken, ellerini de sallarlar.
Sallanan bir telefonla video çekme tekniği henüz icat edilmedi tabii!
Buna hiç şaşırmam.
Sezen Aksu’nun ilk plağını çıkardığı 1975 yılından beri Türkiye’de yaşayıp da Sezen’in şarkılarıyla ilgili bir anısı olmayan kaç kişi vardır acaba içimizde?
Sanıyorum bu sorunun yanıtı “Hiç kimse” olmalı.
Müzik dinlemekten hoşlanmayan, bir müzik duyduğu zaman duygulanmayanlardan söz etmiyorum elbette.
Bir araştırma yapsak ve “Sevgilinizden ayrıldığınızda Sezen’in şarkılarında kendi acılarınızı bulup gözyaşı döktünüz mü” diye sorabilsek, eminim grafiğini çizmek çok kolay olur.
Bir koca yuvarlak çizer, içini boyarsınız, altına da “Yüzde 100” yazarsınız, olur biter.
Aşk acısıyla Sezen’in şarkıları iyi gider çünkü!
“Uzanıp, Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa/Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar’a doğru/Yapacak hiç bişey yok gitmek istedi gitti/Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti/Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık/Zulada bir kaç şişe Yakut yer gök kırmızı /Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp!”
Şarap, aşk acısının sıvı hali olur, şişenin dibini görürsün, şarkının altıncı çalışında!
Sezen ile birlikte terk edilme acısı çekmeye “Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı” ile başlamıştık diye hatırlıyorum. Ve hiçbir zaman unutulmayacak ‘Kaybolan Yıllar’ ile.
“Dönüşü yok beraberce karar verdik ayrılmaya/Alışmalı arkadaşça yolları ayırmaya.”
Sevdiğinden ayrı düşen kaç kişi ağladı bu şarkıyla. “Yine de tek bir söz söylemeye bile hakkım yok” dediği halde.
Pişmanlık şarkı olur, gelir diline yapışır: Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!
Kimse vermez o yılları geri.
Saatini geri alabilirsin ama geri aldığın saat hiçbir zaman bıraktığın andaki saat değildir.
Tanrı, evrenle barbut oynamaz çünkü, kulakları çınlasın Einstein’ın!
Beddua edersin, “Hadi otur o sarı odalarda oturabilirsen!”
Terk edilmek, insanın içinde öfke birikmesine de neden olur.
Önce terk eden suçlanır, “Demek ki hiç sevmemiş, her şey bir yalanmış” dersin. Kötü sözler dökülür ağzından, kusura bakmayın onları buraya yazamayacağım.
Sonra öfke kendine döner, terk edilme acısı çekmenin ikinci ve alışmaktan önceki son aşamasıdır.
Sezen’in şarkısı yetişir imdadına:
“Kalınca sebepsiz bir başıma/Hatıralar beynimde dans ediyor/Günahlarım dizilip birbir karşıma/Sanki birer birer intikam alıyor/Sen de benim hatalarımdan birisin/Sen en güzel duyguların katilisin.”
Kaderi suçlarsın:
“A benim avanak, arızalı, arsız gönlüm, feleğin çemberine takılıp döndün ya!/Kader, kahpe kader/Ağlarını ördün mü?”
“Ağlamak güzeldir, süzülürken yaşlar gözünden”i dinlerken kaç ton gözyaşı döktü bu millet? Kaç âşık bunu “Sen ağlama/dayanamam/ağlama göz bebeğim/sana kıyamam” ile yanıtladı? Aşk varsa, yeni başladıysa ya da bitmesine daha çok varsa, onun tanığı da yine bir Sezen şarkısı olur genellikle.
“Bizim şarkımız” diye başlar bu işler.
Bir otomobilin ön koltuğunda da tutulmuş olabilir bu şarkı, bir barda ikinci kadehi içerken de. Belki bir sahil kasabasında, sevgilinin beline sarılmış yürürken uzaktan duyarsın ve karar verirsiniz o anda: Bu bizim şarkımız!
“Bizim şarkımız” unvanını kazanmanın bir şarkıya yükleyeceği sorumluluklar vardır, sadece şarkıya değil elbette, sevgililere de!
Ne zaman yalnızken o şarkıyı dinlesen, o şarkıyı ilk dinlediğiniz an gelir aklına, sarılırsın telefona: “Şarkımız çalıyor”!
Bilirsin ki senin o anda hissettiğin her şey, bilmem kaç kilometre ötede bir başka kalpte de aynı çarpıntıyı yaratır.
Düşünüyorum da bir “Best of Sezen Aksu” albümü yayımlanacak olsa, albümün yapımcısı ne kadar titiz bir seçim yapmış da olsa eleştirilerden asla kurtulamazdı.
Ben kendi seçimlerimi yazayım, en iyisi, editörlerimiz bu listeyi bir küçük kutucuk içinde sayfaya koymayı unutmazlarsa tabii!
Belki bir gün bunların hepsini telefonuma kaydeder, günler geceler boyunca dinler, dinlerim. Daha bir sürü şarkı adı yazabilirim. Ama her şeyi tadında bırakmak gerek.
Zaten yazsam ne işinize yarayacak, en iyisi girin YouTube’a, dinleyin bir şarkı. Herhangi bir şarkısı olabilir. Hissedeceğiniz şey, bu koca sayfada anlatmaya çalışıp, başaramadığım en insani duygularımızla ilgili olacak.
Best of Sezen Aksu (Mehmet Y. Yılmaz seçkisi)
* Kaybolan Yıllar
* Minik Serçe
* Kaç Yıl Geçti Aradan
* Ağlamak Güzeldir
* Sen de Benim Hatalarımdan Birisin
* Ben Her Bahar Âşık Olurum
* Dilimin Ucunda Kelimeler
* Firuze
* İkinci Bahar
* Sen Ağlama
* Haydi Gel Benimle Ol
* Geri Dön
* Dağlar Dağlar
* Değer mi Hiç
* Ali
* Sarışınım
* Şinanay
* Onursuz Olmasın Aşk
* Adı Bende Saklı
* Kahpe Kader
* Keskin Bıçak
* Sarı Odalar
* Şarkı Söylemek Lazım
* İkili Delilik
Cumhuriyet kadınının sesi: Leyla Gencer
Doğan HIZLAN
Leyla Gencer’i ilk kez Dram Tiyatrosu’da sahnelenen Tosca’da dinledim.
Bilet alabilmek için uzun bir kuyrukta beklemiştim. O günden sonra, nereye gitsem onun plaklarını arayıp buldum, o zamanlar CD yoktu, uzunçalarların hepsi korsan kayıtlardı. Bir Türk sopranosunun sesine hayran olduktan yıllar sonra kendisiyle tanıştım, uzun görüşmelerimiz oldu.
Dinlediğim plaklar, hakkındaki yazılar, onun opera dünyasındaki uluslararası ününü göstermişti.
Gencer’in hayatı kendini adamışlıkla ve mücadele ile geçti.
Ankara’da söylenen aryalar bütün dünyada yankılandı. Birçok unutulmuş operayı, sesiyle dünyaya hatırlattı. İtalyan ve dünya operasının birçok adlarını artık herkes bir Türk sopranosunun sesinden dinleyip öğreniyordu.
İstanbul’a gelmeye başladığı yıllarda, onu ziyaret etmekten, yalnız müziğinden dolayı değil kişiliğine duyduğum hayranlık dolayısıyla da özel keyif alırdım.
Operanın mabedi olan La Scala’da önce sanatçı, sonra öğretmen olarak büyük hizmetler verdi.
İtalya’ya gittiğimde, birçok genç İtalyan soprano, kendilerini Leyla Gencer’in dinlemesi için benim aracılık etmemi, eski deyişle tavassutumu isterlerdi, onu telefonla arardım, o da büyük bir alçakgönüllülükle onlara randevu verir, ilk fırsatta dinlerdi.
Türkiye’yi hele İstanbul’u unutmadı, özlem duyduğu memleketini her yerde temsil etti. Daha ilk yıllardan itibaren yabancı devlet adamları geldiğinde, onlara konserler verdi, böyle bir sesin sahibinin Türk olduğunu ispatladı. Övgüleri, kutlamaları hem kendi hem ülkesi adına kabul etti.
Atatürk çoksesli müziği ve operayı yerleştirmeyi, rejimin ana ilkelerinden biri olarak kabul etmişti. İşte bu dileği gerçekleştiren kadınların başında geliyor Leyla Gencer, öldükten sonra külleri Boğaz’ın sularına savruldu. (Leyla Gencer’in yaşamı, sanatı hakkında ayrıntılı bilgi için Zeynep Oral’ın Leyla Gencer Tutkunun Romanı kitabını okumalısınız.)
Leyla Gencer (1928-2008), bir İtalyan pasaportu da taşımasına rağmen hiçbir zaman kullanmadı.
Bir rüyayı gerçekleştirdi: Sertab Erener
Kolunda serumla bir hastane odasında yatıyor. “Her damla arası bir ömür” dediği o anlarda, hayalleri silikleşmiş, kendinden vazgeçmiş halde. Sezen Aksu başucuna geliyor, “Hadi kalk bu yataktan, her şeye rağmen bitirmelisin bu albümü, yarın kayıt var” diyor. Sonrası malum... Üç oktav sesiyle bezeli rekor satış yakalayan albümler, sayısız hit şarkı, üstüne bir de Eurovision birinciliği.
Yarışmanın sunucusu Bülent Özveren’in “Tam 25 yıl bu anı bekledik” dediğinde Erener, ülkesinde F-16’larla karşılanacağını henüz bilmiyor. Diyeceğimiz, söz konusu Sertab ise başrolde hep sebat var... Konservatuvara gitmeyi kafasına koyduğunda misal yaşı henüz 11. Eve hemen bir piyano alınıyor; kolit hastalığıyla mücadele ederken uğraşmaya başladığı müzik onu hayata bağlayan unsur oluveriyor.
Hastalıkla 21 yıl mücadele eden ve onu aşkın albüm yayımlayan koloratür sopranomuzun alametifarikası Türk Sanat Müziği albümleri ve soundtrack’ler. Yaşadığı her şeyin sahibinin kendisi olduğuna inanan Erener, ne istediyse yaşadığını, pişmanlıkları olmadığını söylüyor: “Çünkü hepsinden bir şey öğrendim.”
Özsoy Operası’nın Ayşim’i: Semiha Berksoy
Zeliha Berksoy
Semiha Berksoy, Türk sahne hayatının ilklerinde olmuş bir sanatçımız. Henüz çok gençken Güzel Sanatlar Akademisi’nde Namık İsmail Atölyesi’nde resme başladı, bunun yanısıra Darülbedayi Tiyatro Okulu’nda oyunculuk ve İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Nimet Vahit Hanım’ın yanında şan eğitimini yürüttü. Buradan anladığımız 18 yaşında bir Türk kızının kendi yeteneklerini ciddi bir eğitimle şekillendirmek istemesidir... Berksoy hayatı boyunca bu üç sanat dalını bünyesinde olgunlaştırdı ve ölümünden yıllar önce dünyanın en önemli sanat merkezlerinde kabul gördü.
İlk sesli Türk filminden sonra 1934’de Atatürk’ün emriyle sahnelenen ilk opera temsilimiz olan Özsoy Operası’nda Ayşim rolünde sahneye çıktı ve ilk opera sanatçımız olarak TBMM’den ödül aldı. 40 yıl boyunca Ankara Devlet Operası’nda görev yaptı. Yurt içi ve yurt dışında verdiği konserler ve oynadığı operalarla büyük övgüler kazandı.
Resim sanatımızdaysa kavramsal ressam olarak da tüm dünyada tanındı. Resimleri yurt içi ve yurt dışında birçok sergi ve müzeye davet edildi ve onlarla sergiler düzenlendi.
Manş’ı geçen ilk Türk kadını: Nesrin Olgun
“Maşallah! Ne de güzel sigara içiyorsun! Sen böyle mi yüzücü olacaksın? Yok kızım yok. Sen yüzücü olamazsın. Tamam. Artık yarın havuza gelme!”
Bir insan bu sözü duyunca hırs yapıp “Öyle mi! Ben de Manş’ı geçeceğim” der mi? Söz konusu Nesrin Olgun ise der. Zaten demiş de. Üstelik sözünde de durmuş.
Nesrin Olgun, Türkiye’nin Manş’ı yüzerek geçen ilk kadın sporcusu. Liseyi bitirdiği yıl kendisini havuz başında sigara içerken gören Adana Beden Terbiyesi Müdürü Tuncay Şenyüz’ün sözleri hayatını değiştirmiş. Sene 1975.
Soluğu antrenör Kutsal Özülkü’nün yanında alıyor. “Ben Manş’ı geçeceğim, antrenörüm olur musunuz?” Cevap kati: “Yarın gel. 10 kilometre aralıksız yüzebilirsen çalıştırırım seni”.
Ertesi sabah havuzda açıyor gözlerini. 1,2,3... 5’inci kilometrede kolları ağrıyor, ayaklarına kramp giriyor. Antrenmansız. Zorla da olsa tamamlıyor 10 kilometreyi. Tam beş saatte. Kutsal Özülkü’yü hocalığa ikna ediyor.
Dört yıl boyunca çalışıyor. Her gün saatlerce antrenman, binlerce kulaç. Sonunda “Tamam” diyorlar, İngiltere’ye gitmeye karar veriyorlar. Ama para yok. Kendi harçlığı, annesinin emekli maaşı, Adana Demirspor Başkanı’ndan 500 dolar, Manş’ı geçen Erdal Acet’ten 100 dolar. 17 ülkeden gelen diğer yüzücülerin aksine otelde kalamıyorlar. Kendi yemeklerini yapmak zorundalar.
Manş’taki ilk antrenmanında ilk şoku yaşıyor genç Nesrin: Su buz gibi... Adana’nın sıcağına alışan bir sporcu için feci bir haber bu. 34 kilometre yüzecek. 27 Ağustos 1979 gecesi macera başlıyor. Suya atlıyor... “Karanlıklar içinde dalgalanan Manş’a dalmış düşünüyorum. Havanın soğukluğundan mı, heyecandan mı iliklerime kadar ürperiyorum. Sular dalgaların hışırtısı ile kulaklarım zonkluyor. Dalgalar köpüre köpüre karanlıklara doğru uzayıp gidiyor...”
10 saat sonra muazzam bir akıntı başlıyor. Hem de bitime 3-4 mil kalmışken. O mesafe tam altı saat sürüyor. Toplam 15 saat 47 dakika... Nesrin başarıyor. “Kıyıya çıkıp yaklaşık 10 metre yürüdükten sonra toprağa uzandım. O ıslak, o buz gibi toprağın bana ne denli sıcak geldiğini anlatamam. Bir devi yenmiştim...” Azmiyle adını Cumhuriyet tarihine yazdıran Nesrin Olgun bugün genç yüzücüler yetiştirmeye devam ediyor.
Samiye Hanım uçar gider: Samiye Cahid Morkaya
Samiye Cahid Morkaya (1899-1972) Türkiye’nin ilk kadın otomobil yarışçısı.
İstinye Köprüsü ile Zincirlikuyu arasında 9.5 kilometrelik bir parkur... Samiye Cahid Hanım (Morkaya) o parkurda yapılan otomobil yarışını 1932’de birincilikle tamamladı. Yarışın ertesi günü tüm gazeteler birinci sayfalarını ona ayırmıştı. Otomobil kullanan kadın sayısının bir elin parmaklarını geçmediği bir dönemde, zorlu bir yarışı erkek sürücülere toz yutturarak kazanan bir kadın...
VEHBİ BEY’İN İTİRAZI
Bu galibiyet memnuniyetle karşılandı. Ancak o kadar sıradışı bir durumdu ki bazı tuhaflıklara da yol açtı. İkinci gelen Vehbi Bey, yarışın iptalini istiyor, gerekçe olarak da birincinin bir kadın olmasını gösteriyordu! Şimdi komik gelse de iş büyüdü, hatta mahkemeye aksetti. Mahkeme bu birinciliği onadıktan sonra ancak, Samiye Hanım şampiyon ilan edilebilmişti.
Aslında bu, Samiye Cahid’in katıldığı ilk yarış değildi. Şampiyon, Turing Kulüp’ün senelik yarışmalarına, 1930 ve 1931’de de katılmış, dereceye girmişti. 1922’den beri de İstanbul sokaklarında devrin havalı arabalarını kullanıyordu. İlginç bir karışımdı Samiye Cahid. Şeyh torunuydu ama modern eğitim almıştı. Gazeteci ve romancı kocası Burhan Cahid ile devrin entelektüel çevrelerinde tanınan simalardandı. Tanburi Cemil Bey’den kemençe öğrenmiş, hatta devrin konservatuvarı işlevi gören Darülelhân’da hocalık yapmıştı.
Yukarıdaki bilgileri Toplumsal Tarih dergisindeki makalesinde aktaran tarihçi yazar Burak Çetintaş, son bir dramatik olayı daha naklediyor: Samiye Cahid, 1934’te aynı parkurdaki yarışta ciddi bir kaza yaptı, takla atarak parçalanan otomobilinin içinden ağır yaralı olarak kurtarıldı. Sol eli ciddi hasar gören Samiye Cahid bir daha kemençe çalamadı ancak 1974’te vefat edene dek otomobilini kullanmaya devam etti.
Dünün harika çocuğu bugünün büyük sanatçısı: İdil Biret
Doğan HIZLAN
İdil Biret’in belleğimde kalan bir fotoğrafı...
İsmet İnönü’nün yanında oturuyor, küçük bir çocuk.
Müziğin sadece bir icra işi, mekaniği değil, bir kültür verisi olduğunun bilincinde bir sanatçı.
Doldurduğu bütün CD’ler, o bestecinin referans kayıtları. Çünkü onu sadece notadan çalmıyor, bütün dünyasını, ülkesini bu icraya katıyor, daha doğrusu bu icra onu yansıtıyor.
Çok sesli müziğin, yabancı ülkelerin ve Türkiye’deki büyük şehirlerin salonlarında çalınmasının yeterli olmadığını bilen, bu gerekçeyle de Türkiye’de birçok yerde konser veren, Cumhuriyet kadınlarının misyonerlerinden İdil Biret.
İzmir’de bir özel müzik evinde armonyum çalıyor.
Bazı besteciler bazı icracılarla anılır, işte Chopin adı da İdil Biret’le özdeşleşiyor. Ödüllerle, Chopin’in ülkesi onu onurlandırıyor. Cumhuriyet’in büyük müzik reformunun, bir inanç meselesi olduğunu ve bu inancın tuşlara yansımasını gençlere öğretiyor.
O, Cumhuriyet kadınlarının inançlı bir temsilcisidir. Çünkü zirveye çıkışında bu rejimin rolünü hiçbir zaman unutmuyor, unutturmuyor da.
İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker, dört buçuk yaşında evlerinde piyano çalan İdil Biret’i unutmuyor.
Eğitimcinin çok yönlü özelliğini şöyle tanımlıyor: “Eğitimci benim görüşüme göre, yalnız öğrettiği konu değil, genel kültürden âdâbı muaşerete kadar her konuda öğrencisini eğitir, geliştirir.”
Brahms’ı, onun kayıtlarının tekrar tekrar hepsini dinledim.
Ama salt bu gerekçeyle onu Cumhuriyet kadını olarak övmüyorum, o felsefeyi özümsediği ve bunu müziğe uyguladığı için övüyorum.
Kiralık kemanla parlayan yıldız: Suna Kan
O, beklentileri boşa çıkarmadı; keman çalmaya 5 yaşında başlayan, ilk konserini 9 yaşında veren çocuk, hayatına harika bir keman virtüözü olarak devam etti.
Her ne kadar kulağı ülkenin geçmişine ait seslere kapalı olsa da, geleceğe doğru yürüyüşünden hiç vazgeçmedi. Cumhuriyet bestecilerinin eserlerini dünyaya tanıtmak için büyük çaba gösterdi.
Zubin Mehta gibi şeflerle, Yehudi Menuhin gibi solistlerle aynı sahneyi paylaşırken Cumhuriyet’in bayrağını taşır gibiydi. O, hep bu ülkenin Batı’ya dönük yüzüydü. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini bütün bir yaşamına oya gibi işlemişti, bundan hiç vazgeçmedi.
Komşunun unutulmaz provaları: Ayla Erduran
Aslı BARIŞ
İstanbul’da yaşayan birçoğumuzun çocukluk anılarında sokağa dair sesler aynıdır: Muhtelif korna sesleri, senkronu kaymış bir tüpçü müziği, kamyonetle gezen seyyar manavın hoparlöründe boğulan ‘domates-soğan’ nidaları. Ben belki bu alanda sadece kentimin değil, Türkiye’nin en şanslı kızlarından biriyim. Çünkü benim çocukluğum, Ayla Erduran’ın tüm sokağı sarmalayan provalarını dinleyerek geçti. Taksim kaosunun hemen yakınında olmasına rağmen, kendine has huzurlu bir yapısı olan Gümüşsuyu Sarayarkası Sokak’ın tüm sakinleri de, yıllarca benimle aynı ayrıcalığı paylaştı.
Bugün 80 yaşındaki keman virtüözü, her gün aynı disiplinle erken kalkar, gecenin geç saatlerine kadar Debussy’den Brahms’a muhtelif sanatçıların konçertolarını yorulmak bilmeden tekrar tekrar çalardı. Eğer sokağımızda keman sesi kesilirse bilirdik ki Erduran ya konserde ya da turnede... Geri dönüşünü de yine balkonundan taşan provaları müjdelerdi. Mükemmeli arayışını huşu içinde dinlerdik, o, gizli dinleyicilerinden bihaber olsa da...
Ailesinin o dört yaşındayken neredeyse tüm varlığını satarak aldığı Stradivarius’tan taşan notaları dünyanın tüm ünlü sahnelerini dolduran kalabalıklar dinledi.Londra Senfoni, Suisse Romande, Berlin RIAS, Çek Filarmoni gibi orkestralarla, Albert Hall gibi salonlarda sahne aldı. Ama o, en azından dışarıdan göründüğü kadarıyla kalabalıkların içinde yalnız bir kadın. Hayatında da tek bir tutkuya yer var, o da kemanı.
Nerdesin, özledim ses ver...Neveser Kökdeş
Solmaz KAMURAN
Çocukluğumda duyar duymaz sevip hevesle öğrendiğim şarkıların en başta geleniydi: “Bahar pembe beyaz olur, güzeller neşeli olur...” Bestecisinin bir kadın olduğunu ve şarkının sözlerinin tersine kederlerle sarmalanmış bir hayat geçirdiğini çok sonra öğrendim. O yitip gittikten çok sonra... Ve onun diğer şarkılarının da müptelası oldum. Aşk ve hasret bu kadar mı güzel, bu kadar mı içten, bu kadar mı coşkulu dile getirilebilirdi: Unutmam seninle geçen anları, Aşkı fısıldar sesin, Sırdır senin aşkın bana bir sırr-ı ezeldir, Hayal ufkunda uçan bin bir renkler, Nerdesin özledim ses ver...
Köklü ve sanatla iç içe bir aileden gelen Neveser Hanım çok genç yaşta bebeğiyle dul kalmış ve hayatı boyunca hem maddi hem de manevi yokluklarla kavrulmuş bir insan. Bunlara rağmen müzikle bağını asla koparmamış. Belki de müziği onun hem iç dünyasının sesi olmuş hem de acılarına derman...
Neveser Kökdeş yaşadığı dönemin sanatsal koşullanmalarının çok dışında Batı tarzında farklı bir besteci olarak tanınıyor. Hatta döneminde onun yaptığına alaycı bir şekilde “Neveser Musikisi” bile denildiği söylenir. Çoğu vals ritmindeki yüzlerce bestesinin derin anlamlı ve içe dokunan sözlerini de hep kendisi yazmış. Tangolarıyla da tanınmış.
Bugün layık olduğu gibi hatırlanmaması aslında ne büyük bir kayıp. Çünkü zaman ne kadar değişirse değişsin ‘aşkın sesi’ değişmiyor. Neveser Kökdeş’ten bir şarkıyla, onun içli mısralarından hiç olmazsa biriyle tanışmamış aşklar, âşıklar hep bir parça eksik kalacaktır.
Gökkubbeyi titretti: Neriman Altındağ Tüfekçi
Bazı sanatçılar vardır, sesini duyduğunuz anda tüyleriniz diken diken olur, boğazınıza bir yumru oturur, yüreğinize bıçak saplanır. Türk halk müziğine ilgili olsun olmasın pek çok kişinin Neriman Altındağ Tüfekçi’den bir hoyrat dinlediğinde bu hisse kapılması muhtemel.
1929 doğumlu Tüfekçi, 1942’de Ankara Radyosu’nun sınavlarını kazandı. Sanat kariyeri yarım asrı aştı. Cumhuriyet tarihinin ilk kadın halk müziği solistiydi, radyo yıllarında çok başarılıydı. TRT’ye verdiği bir röportajında, “Gördüğüm kadarıyla bazı sanatçılar hızlı bir çalışma içindeydi. Demek burada çok hızlı çalışmak lazımdı, hem göze girmek hem de iyi bir sanatçı olabilmek için” dedi, dediğini de yaptı; çok çalıştı. İki buçuk ayda 300 türküyü notaya döktü.
Neriman Altındağ Tüfekçi, yarım asırı geçen kariyeri boyunca binlerce öğrenci yetiştirdi. Radyoda kadınlar korosunu kurdu. İlk solistlik yanında ilk kadın şef unvanını elde etti. Tam bir emek insanıydı. Sanatının doruk noktasındayken TRT’yi bırakarak konservatuvarın kuruluş aşamasında görev aldı. Okuduğu eserler uzun yıllar kaynak teşkil etti. İlk uzun hava okuyan kadındı. Yıllar önce okuduğu ‘Kışlalar Doldu, Doldu Boşaldı Bugün’ uzun havasını Tüfekçi’den daha iyi okuyan biri hâlâ yok.
Tavrı ve tarzıyla örnek oldu. Adını tarihe Türk halk müziğinin en önemli isimlerden biri olarak yazdıran Tüfekçi, 2009’da geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti.
Zamanının ötesinde: Muazzez İlmiye Çığ
Nebil ÖZGENTÜRK
Her devre ayak uyduranlardan değil, her devri hissedenlerden. Sıkı Cumhuriyetçi. Cumhuriyet ilkelerine karşı söz edenlere sözünü sakınmayanlardan. Annesi terziydi, ‘Şapka Devrimi’ ardından şapka siparişi yetiştiremiyordu. Şapkaya düşkünlüğü ondan! Kendisine ‘Sümer Kraliçesi’ denmesinden çok hoşlanıyor.
Eylemci, yolları yürümekle aşındıranlardan, hem Gezi’ci hem 8 Mart’çı hem 29 Ekim’ci hem 10 Kasım’cı...
7’sinde de 70’inde de 100’ünde de hep gülümseyenlerden. Hayata da ‘gülümser’ bakanlardan. “Bir tek Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları üzebilir beni; onlara da artık aldırmıyorum. Sözlerimle saldırıyorum!” diyor.
Doktora dahi yapmışlığı yok ancak bir profesör kadar konusuna hâkim. Sümer tabletlerini bir yemek tarifi yapar gibi deşifre edebiliyor. Bu arada 15’inden beri yemek yapıyor, ki hâlâ mutfağa giriyor.
Belleği çok kuvvetli, yüzyıl boyunca yaşadıklarını dün gibi hatırlıyor. Uykusuna düşkün. “Uyku ömrümü uzattı, tembellik bilmedim ben, bir de aç kalkarım sofradan” der hep uzun ömrün nedenlerini soranlara! Sigaraya, tatlıya, kahveye, çaya hiç düşkün değil, tiryakileri hem hoca hem abla gibi azarlar!
Makyajı 20’sinde yapmaya başladı 100 yaşında yine makyajdan, aksesuardan şaşmıyor.
Adını da kızlık soyadını da kocasından aldığı soyadı da çok seviyor.
Yani ‘ilmi’ de seviyor, konulara bir ‘çığ’ gibi hâkim olmayı da, ‘aziz’leri de..
Teşekkürler Muazzez İlmiye Çığ... Hayata kattıkların için, kanat gerdiklerin için...
Anadolu’nun dilini çözdü:Halet Çambel
Anne babasının ona baktıklarında ‘günleri sayılıymış’ gibi üzüldükleri bir çocuktu. Daha el kadarken tifüse, hepatite göğüs gerdi. Osmanlı’nın Berlin Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa’nın torunu, Berlin’de doğup büyüyen Halet Çambel, şövalye romanlarına bayılıyordu. O cılız çocuk, hastalıkları yendi, özendiği şövalyelere benzemek için eskrim öğrendi ve dünya tarihine damgasını vurdu. Hem de iki ayrı alanda...
İlk damganın adresi yine Berlin... 1920’lerin ortasında ailesiyle İstanbul’a yerleşen Halet, 1936 Olimpiyat Oyunları’na katılmak için Berlin’e dönecekti. Suat Fetgeri (Aşeni) ile beraber eskrimde Türkiye’yi temsil ederek, olimpiyat oyunlarındaki ilk Türk kadınları unvanını aldılar. Hitler’den ve kurduğu rejimden nefret eden Çambel, oyunlara bu yüzden biraz da ayağını sürüyerek gitmişti. Amerikalı siyah atlet Jesse Owens’ın aldığı madalyayı sindiremeyip stadyumu terk eden Hitler’le tanışma teklifiniyse kesin olarak reddetti: “Bize verdikleri Alman mihmandar sporcu kız, bizi Hitler’e takdim etmeyi önerdi. Biz de ‘Hitler rejimi olunca gelmezdik. Ancak hükümetimiz bizi gönderdiği için mecburen geldik’ dedik. Bu yüzden mihmandarımızın önerisini kabul etmedik.”
Eskrim sevdasıydı ama meslek olarak arkeolojiyi seçti Çambel. İnsanlık tarihine katkısını da bu alanda sunacaktı. Paris Sorbonne Üniversitesi’ndeki eğitiminin ardından, Atatürk’ün emriyle başlatılan Hitit tarihi araştırmalarına katıldı. Çorum Hattuşaş’ta o güne dek gizli kalmış tabletlerin gün ışığına çıkmasını sağlayanlardan biriydi. Ama hayatını adadığı yer bir başka kazı alanıydı. Osmaniye Kadirli sınırları içerisinde kalan Karatepe’yi kazmaya başladıktan sonra, ömrünün son yıllarına dek oradan neredeyse hiç ayrılmadı. Hitit hiyerogliflerinin çözülmesinde eşsiz bir katkı sundu.
Bir Anadolu’dan bahsediyorsak bugün, biraz da onu Halet Çambel sayesinde daha iyi tanıyabildiğimiz için...
‘Ne olacak bu memleketin hali’yle bir yere varılamaz: Suna Kıraç
Ocak 1995’te kurulan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın (TEGV) ilk adımları için Prof. Yılmaz Büyükerşen ve Cengiz Solakoğlu başta olmak üzere bir araya gelen grup eğitim için bir şeyler yapmak istiyordu. Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un kızlarından Suna Kıraç, hedefi koydu:
- “Ne olacak bu memleketin hali” diyerek bir yere varılamaz. Eğitim için bir şeyler yapalım.
İlk adres gösterildi:
- Türk Eğitim Vakfı’na (TEV) omuz verelim.
Prof. Büyükerşen itiraz etti:
- Burs yetmez, başka şeyler yapılmalı.
Böylece TEGV modeli gelişti:
- 7-16 yaş grubu çocuklar için eğitim parkları kuralım.
Model hızla oturdu, Suna Kıraç TEGV’deki öncülüğüyle 1997’de ‘Üstün Hizmet Madalyası’na layık görüldü. 2000’den itibaren vücudunu hareketsiz bırakan, sadece gözleriyle konuşmasına izin veren ALS hastalığının altıncı yılında yayınlanan ‘Ömrümden Uzun İdeallerim Var’ kitabında yaşam öyküsünü paylaştı. 1998’de eşi İnan Kıraç’ın ameliyatı için Houston’dayken muayene olmuş, doktor yekten söylemişti:
- Hücre kaybıyla vücudunuz hareketsiz kalacak ama bellek bozulmayacak.
O an eşine yalvardı:
- Ölümü öp, beni makineyle yaşatma.
Bu aşamada kızı İpek devreye girdi:
- Bana görev ve sorumlulukların bitmedi.
Arçelik’in büyümesinde önemli rol oynayan Suna Kıraç, TEGV’ye öncülüğü, eşiyle Pera Müzesi’ni kurması, 10 yılı aşkın süredir yatağa bağlı olmasına karşın hayattan kopmamasıyla Cumhuriyet kadınının azmini sergiliyor.
‘En güçlü’ değil ‘en başarılı’ olmak istedi: Güler Sabancı
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı’yı, Lassa’da genel müdür yardımcısı olduğu günlerde, 1980’lerin başında tanıdım. O dönemde çalıştığım, Kemal Ilıcak’a ait Tercüman gazetesi için hazırladığım, ‘Kadın Patronlar’ dizisi çerçevesinde kendisiyle görüştüm.
Röportaj yayımlanmadan rica telefonu geldi:
- Ben patron sayılmam, lütfen benimle röportajı o kapsamdan çıkar.
Babası İhsan Sabancı’yı erken yaşlarda kaybeden Güler Sabancı, amcası Sakıp Sabancı’yla çok yakın çalıştı. Sakıp Sabancı, vefatından üç gün önce holdingin yönetimi konusunda vasiyetini bildirdi:
- Benim yerime Güler geçmeli.
Böylece başta Sakıp Sabancı’nın eşi Türkân Sabancı olmak üzere ailenin onayıyla holding yönetim kurulu başkanlığı koltuğuna oturdu. Türkiye’de bir kadının Sabancı Holding gibi büyük grubun başına geçmesi, dünya basını ve uluslararası iş dünyası kuruluşlarının dikkatini çekti.
Dünyanın önde gelen ekonomi yayınları ve iş dünyası kuruluşları onu, ‘Dünyanın En Güçlü Kadınları’ listelerinde üst sıralara yerleştirdi. O bu durumu 2007 Mayısında New York’taki evindeki sohbetimizde şöyle yorumladı:
- ‘En güçlü’ değil, ‘En başarılı’ diye anılmak isterim.
Güler Sabancı, bir yandan holdingi başarıyla yönetirken, diğer taraftan Sabancı Üniversitesi ile Sakıp Sabancı Müzesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı görevlerinde önemli işlere imza attı.
Onun bu konumu, Türkiye’yi Ortadoğu ülkesi görenlere önemli yanıt oldu...
TÜSİAD’ın ilk kadın başkanı: Arzuhan Doğan Yalçındağ
Vahap MUNYAR
Doğan TV Holding Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, 25 Ocak 2007’de ilk kadın başkanı olduğu Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) 2009’daki genel kurulunda duygularını şöyle paylaştı:
- Ben daha çocukken kurulan TÜSİAD’ın ilk kadın başkanı olmaktan gurur duyuyorum.
Başkanlığının ilk yılındaki bir röportajda TÜSİAD başkanlığının hayatını nasıl değiştirdiğini paylaştı:
- Hayatımdaki renklerin yerini ağır ve ciddi sorumluluklar aldı. Bundan rahatsız değilim.
Göreve geldikten sonra medya hissedarlığı ile TÜSİAD başkanlığını bir arada yürütmenin zorluğunu gördü.
TÜSİAD yönetimine iş dünyasının farklı gruplarından ikinci, üçüncü kuşak temsilcilerinden girenlerin sayısı artmış ama medyada hiçbiri onun kadar eleştiri oklarının hedefi olmamıştı.
Buna rağmen başkanlık görevini, “TÜSİAD’ın, her kesimi memnun etmesi mümkün değil” bakışıyla sürdürdü.
Bazı işlerde TÜSİAD’ı yarı yolda bırakanlara tavrını koydu:
- Korku filmi seyreder gibi tutum sergilemeyelim. Vehim ve korkular beni şaşırtsa da kimseye küsüp arkamı dönmem.
TÜSİAD başkanlığı son yıllarda ‘ateşten gömlek’ gibi görülürken Arzuhan Doğan Yalçındağ, üç yıl boyunca görevini başarıyla yürüttü...
İstanbul Modern’le sanata yön verdi: Oya Eczacıbaşı
Boğaziçi Üniversitesi İşletme’den mezuniyetinin hemen ardından Bülent Eczacıbaşı’yla evlenen Oya Eczacıbaşı’nın ilk işi 1985-86’da kayınpederi Nejat Eczacıbaşı’nın kurduğu İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda (İKSV) çalışmak oldu.
Nejat Eczacıbaşı, o günlerde sık sık bir çağdaş sanat müzesi gereğini dillendiriyordu. Bunun ilk adımı 1987’de birinci Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi ile atıldı. Oya Eczacıbaşı, o günlerden itibaren çağdaş sanat müzesi için yer arayışına girdi. Ricaya gittiği bazı bakanlardan şu yanıtı aldı:
- Başka işiniz mi yok...
Bir yandan arayışlarını sürdürürken, diğer taraftan iki çocuk annesi olmasına rağmen İngiltere’de University of Leicester’de müze işletmeciliği master’ı yaptı. 2003’te İstanbul Bienali’ni Mimar Sinan Güzel Sanatlar’ın yanı başındaki 4 nolu antrepoda gerçekleştirmeleri, aradıkları adres için önemli bir fırsat yarattı.
Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık görevinde ilk aylarına rastlayan bu dönemde antrepoda bir buluşma gerçekleşti. Erdoğan’ın yanında Kadir Topbaş da vardı. Oya Eczacıbaşı, sunumunu yaptı, Erdoğan’dan sözü aldı:
- 4 nolu antrepo müze olacak.
Kurduğu vakıfla başta Eczacıbaşı Holding olmak üzere iş dünyasından aldığı destekle İstanbul Modern’in temellerini attı. Kısa sürede dünya basınının ilgisini çeken, 10 yılda 2 milyonu yabancı 5 milyon ziyaretçiye ulaşan İstanbul Modern, onu ‘Dünyanın En Etkili Kadınları’ arasına taşıdı.
Hep kraliçe kaldı: Keriman Halis
Büyükbüyükbabası şeyhülislam, büyükbabası paşa, babası başarılı bir tüccar... 1913 doğumlu Keriman Halis, Osmanlı İmparatorluğu’nun en avantajlı kesiminden, kaymak tabakasından geliyordu. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kraliçesi oldu. Daha sonra da dünyanın...
Fransızca konuşan dadılarla büyümüş, kır gezintilerinde at binmiş, gösterişli balolara katılmış, Boğaz’daki evlerinde dönemin önemli sanatçılarını, düşünürlerini ağırlamıştı. 1929’dan itibaren Türkiye’de ilk defa güzellik yarışmalarını düzenleyen, Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, onun, ihtiyatla karşılanan bu yarışmalar için bulunmaz bir rol modeli olacağını düşünüyordu. Genç kız ve babası Halis Bey’i ikna etmek için uzun süre çaba sarf eden gazeteci 1932’de emeline ulaştı. Keriman Halis, Pera Palas’ta düzenlenen yarışmaya girdi ve kazandı.
Yunus Nadi’nin tahminleri gerçekleşmişti. Genç kız o kadar popüler olmuştu ki, onu Belçika’daki dünya güzellik yarışmasına uğurlamak için 20 bin kişi toplandı. Keriman Halis’in, Müslüman bir genç olarak orada da zafere ulaşıp tacını giymesi uluslararası yankı uyandırdı.
Neredeyse tüm dünyayı dolaşıp davetlere katılan, Türkiye’yi temsil eden bu güzel ve entelektüel kadına, Soyadı Kanunu sırasında Atatürk, kraliçe anlamına gelen ‘Ece’ soyadını verecekti. Keriman Halis Ece, 2012’de aramızdan ayrılana kadar Türkiye’nin ecesi olarak kaldı.
İlk ve başöğretmenim:Jülide Gülizar
Ali KIRCA
Jülide Gülizar (1929-2011) TRT’nin unutulmaz spikerlerinden biri olarak Cumhuriyet tarihinde yerini aldı.
Benim için ‘Cesaret Ana’ydı o... Türkiye’nin zor yıllarında, baskıcı yönetimler altında, başını hiç eğmediği için ‘bir numaralı’ yıldızı olduğu TRT’de dışlandı.
Bugün farklı alanlarda isimleri zirvelerde dolaşan kişilerle bile kıyaslanmayacak ölçüde, sınırsız bir şan ve şöhretin sahibiyken, her şeyi kaybetmeyi göze aldı. Ama onurunu yitirmedi. Aslında Türk televizyonculuğunda 90’larda başlayan ve haber sunuculuğu anlayışını kökten değiştiren ‘anchor’ modelini de Türkiye daha ‘radyo yılları’nı yaşarken hayata geçiren ilk haberciydi Jülide Gülizar... Muhabirlikten geliyordu ve ölene kadar da muhabir kaldı.
Başkalarının önüne koyduğu metne değil, hep kendi yazdıklarına can verdi. Omzunda kilolarca ağırlığıyla ‘Nagra’ teyple haber peşinde koşuşturdu yıllarca...
DUMLUPINAR RASTLANTISI
2000’li yılların başında, Dumlupınar faciasını anlattığım bir klibi seslendirmesini rica ettiğimde söyledikleri yine de şaşırtmıştı beni: “Rastlantıya bak!” demişti: “Biliyor musun, ben oradaydım, Çanakkale sahilinde, kaç uykusuz gecede, facianın sonrasında yaşananları anlattım radyonun canlı yayınında...” Bilmiyordum, orada olduğunu değil yalnızca, radyonun canlı yayın yaptığını da... Yayıncılıkta birçok şeyin başlangıcı için kendilerini milat sayanlara hatırlatalım ki, sene 1954’tü... 60 yıl önce yani, Jülide daha 25 yaşında gencecik bir kadınken... Ayrım yapmadan habercilik alanındaki kadın-erkek herkesin, bu yiğit kadına, bize bıraktığı miras için bir vefa borcu vardır ama özellikle bugün ekranlardaki kadın meslektaşlarının, bayrağı göndere ilk diken ‘Jülide Abla’larına, gökyüzüne bir selam göndermeleri için hatırlattım bunları...
Benim içinse, televizyon dünyasındaki ‘ilk ve başöğretmenim’di o. Kişisel hayatımın önemli dönemeçlerinin de şahidiydi. Mikrofonlarda ‘sözcüklerin kraliçesi’ ve Türkçenin ‘gönüllü ve koruyucu’ meleğiydi.
Yazarken, konuşurken, anlatırken; ‘referansları Jülide’ olanlara ne mutlu!
Özlüyor ve rahmetle anıyorum.
Madam Curie’nin tek Türk öğrencisi: Remziye Hisar
Kansu ŞARMAN
Prof. Dr. Remziye Hisar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın kimyacısı. Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olan ilk Türk kadını ve dünyaca ünlü bilgin Madam Curie’nin öğrencisi olmuş tek Türk. 1902 yılında Üsküp’te doğan Remziye Hisar, Davutpaşa’da üç yıllık Mekteb-i İptidai’yi bir yılda başarıyla tamamlayıp dokuz yaşında mezun oldu. Darülfünun’un kimya bölümüne kaydını yaptırdı. Burada öğrenim görürken öğretmeni ve okul arkadaşlarıyla birlikte Bakü’ye gitti. Bir erkek öğretmen okulunda öğrencilere ders vermeye başladı. Doktor Reşit Süreyya Gürsey ile evlendi.
İstanbul’a döndükten sonra Adana’da Darülmuallima’ya müdür olarak tayin oldu ve çocuğunu annesine bırakarak Adana’ya gitti. 1926’da eşiyle birlikte Paris’e gitti. Sorbonne’da kimya bölümünde öğrenim görmeye başladı. Biyokimya sertifikası alan Hisar, Paris’te Maarif Vekâleti’nin verdiği bursla öğrenim gördü. Fransa’da eğitim başlangıçta çok zor oldu. Ancak çok ünlü hocalardan eğitim alma şansını buldu. Remziye Hisar o günleri şöyle anlatıyor:
“Sorbonne’da o yıllarda çok tanınmış hocalar vardı. Langevin gibi, Madam Curie gibi. Onların derslerini izlemek, onları tanımış olmak bana çektiğim bütün zahmetleri unutturuyordu. Sorbonne’da birçok şey beni şaşırtıyordu. Hoca kürsüye çıktığında talebe ayağa kalkmaz, beğendikleri hocayı alkışlar, beğenmediklerine ayak sürtüp bağırırlardı. Dersleri dinlerken kâğıttan uçak yapıp birbirlerinin kafasına atarlardı. Yalnız bunu her hocaya yapmazlardı. Sözgelimi Madam Curie’nin dersinde tüm öğrenciler çok sessiz ve hürmetkârdılar."
Doktoraya başlayacağı dönemde bursu kesilen Hisar, Erenköy Lisesi’ne kimya öğretmeni olarak atandı. Öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalarak yurda dönen Remziye Hisar zorlu bir çaba sonucunda ve Maarif Vekili Cemil Hüsnü Bey’in (Taray) de desteğiyle doktorasını yapmak üzere 1930 yılında yeniden Paris’e gitti. Doktora tezini tamamlamasının ardından, Türkiye’ye dönüp, 1933 - 1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde kimya ve fizikokimya doçenti olarak görev yaptı. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya doçentliği görevine başlayan Hisar, 1959 yılında profesör oldu. 1973 yılında emekliye ayrıldı. Remziye Hisar, dünyaca ünlü fizikçi Feza Gürsey ve Milletlerarası Psikoloji Cemiyeti’nin tek Türk üyesi psikiyatrist Deha Hanım’ın annesidir. Remziye Hisar 1992 yılında hayata veda etti.
Durma göğe bakalım... Dilhan Eryurt
Güneş hakkında yanılıyorduk. Bir Türk bilim kadını çıkıp tüm bilim camiasını düzeltene kadar... Güneşin parlaklık ve sıcaklığının gezegenlerin oluşum sürecinde Dünya ve Ay’ın fiziksel ve kimyasal özelliklerine doğrudan etki yaptığını, bilim âlemi büyük ölçüde onun çalışmalarının katkısıyla çözdü. Az iş değil, insanoğlunun 1969’da çıktığı o muazzam Ay yolculuğu bu bilgiler ışığında yapıldı; astronotların orada karşılaşacağı ortam bu çalışmayla etüt edildi. Türk astrofizikçi Dilhan Eryurt’a NASA’nın hemen o yıl, 1969’da ‘Apollo Başarı Ödülü’ vermesi bu yüzden...
NASA’da çalışan (1961-1973) ilk Türk bilim kadını... Güneşin ve yıldızların evrimini anlamada insanlığa büyük katkı sunmuş bir astrofizikçi. ODTÜ’de astrofizik anabilim dalını kuran kişi. Sayısız uluslararası başarı, onlarca ödül... Ankara’da yol parasını güçlükle denkleştirip iki günde bir rasathaneye giderek saatleri kuran genç bir asistanken, bilim dünyasının zirvesine çok uzun bir yolu yürüdü.
Bir amacı da kendisinden sonra gelen genç kadınların hayatını kolaylaştırmaktı. Ölümünden iki yıl evvel, kocası Sebahattin Eryurt’la tüm servetlerini Erzurum Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağışladı. Bu bağışın bir kısmıyla Erzurum merkezine anaokulu, kalanıyla da Pasinler ilçesine 100 öğrenci kapasiteli bir kız yurdu yaptırılmasını şart koşmuştu. Çocukları olduğu halde tüm servetini neden bağışladığını soranlara, “Ömrümüzün sonuna geldik, memlekete vefa borcumuzu ödemek istedik” diyecekti. Dilhan Eryurt’u yeterince tanımıyor olmamız bizim kusurumuz. Bir kuru teşekkür yetmez; o bizim göğe bakmamızı sağladı.
‘Higgs Bozonu’nun peşinde: Engin Arık
Engin Arık (1948-2007)
30 Kasım 2007’de Isparta’da düşen bir uçakta altı bilim insanı yaşamını yitirdi. Bunlardan biri Engin Arık’tı. Ölümü bilim camiası için büyük bir şoktu. ‘Deneysel yüksek enerji fiziği’ alanında çığır açan bir bilim insanıydı Profesör Engin Arık. İsviçre’deki ünlü CERN laboratuvarındaki ATLAS ve CAST deneylerine katılan Türk heyetinin lideriydi. Kör talih, onu ölüme götüren uçağın bağlı olduğu hava yolu şirketinin adı da Atlas’tı.
Ölümünün bir suikast olduğu da iddia edildi. Kendisi gibi akademisyen olan eşi Metin Arık, bir süre sonra olayın kaza olduğunu ve kuşkusunun bulunmadığını söyledi. Engin Arık, toryum madeninin enerji sorununa temiz ve ekonomik bir çözüm olabileceğine ilişkin çalışmalarıyla da tanındı. Arık, Türkiye’nin toryum ile elektrik enerjisi üretebilme olanağına kavuştuğunda trilyonlarca varil petrole eşdeğerde bir enerji kaynağının sahibi olacağını ileri sürüyordu.
Böceklere bakıp dünyayı değiştirdi: Semahat Geldiay
Semahat Geldiay (1923-2002)
Muazzam bilim kariyerindeki ilk günleri şu cümleyle tarif ediyor: "Kafamda bir soru işareti..." Cumhuriyet’in ilanından yaklaşık bir ay önce doğan Semahat Geldiay, genç bir asistan olarak, Ankara Üniversitesi’nde doktorasını yaparken böcek hormonları üzerine çalışmıştı. Ne var ki bir sıkıntısı vardı: Bu alanda Türkiye’de daha önce hiç çalışma yapılmamıştı. Bu yüzden yönünü çizmekte zorlanıyordu.
Ama başardı... Böcek endokrinolojisi alanında dar imkânlarla yaptığı çalışmalarla bilimde çığır açtı. Yayımladığı ilk iki makale dünyada yankı uyandırınca kariyerine ABD’deki Columbia Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde devam etti ve zamanının en önemli bilim insanlarıyla çalışarak önemli buluşlara imza attı. Memlekete döndü, Ege Üniversitesi’nde elektron mikroskobu laboratuvarı kurarak, Türkiye bilimini geleceğe taşıdı.
İnsanı anlamak için, insanla benzerlik gösteren böcek beyin hormonlarını kullanarak, zor ve masraflı hormon çalışmalarında devrim yaptı. Dahası, zararlı böceklerle mücadelede yeni yöntemler geliştirilmesine sağladı. Geldiay, böceklere bakarak insanların dünyasını değiştirdi. Bir Cumhuriyet kadınıydı; başarılarıyla Türkiye’deki kadınların da hayatını değiştirdi. Columbia Üniversitesi’ne gittiğinde, beklenen, Türkiye’den kadın değil bir erkek öğrencinin gelmesiydi. O algıyı kırdı. Cumhuriyet’in ilk günlerinde İzmir’de başlayıp, dünyanın en seçkin üniversitelerini dolaşarak yeniden İzmir’e gelen, orada yepyeni bir hayat başlatan hikâyesi zaten hep erkekleri kayıran algıları yerlebir etmek üzerineydi.
Hem eğitim hem bilim savaşçısı: Türkân Saylan
Altan ÖYMEN
Türkan Saylan (1935-2009) bir hekim olarak cüzama karşı çalışmalarıyla binlerce insanın hayatını değiştirdi.
Profesör Doktor Türkân Saylan 74 yıllık ömrünün çok büyük kısmını hep, başkalarının iyiliği için koşuşturmakla geçirdi.
İstanbul’da Kandilli Lisesi’ni bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi’nde tıp okudu. Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanı oldu. 1968’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde dermatoloji dalında başasistanlığa başladı. 1971’den itibaren burs kazanarak gittiği İngiltere’de ve Fransa’da ileri eğitim gördü.
İhtisas alanı, Türkiye’de cüzam diye anılan lepra hastalığıydı. O hastalığa karşı mücadelenin ön saflarında çalıştı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin yöneticisi oldu. Cüzamla Savaş Derneği’ni ve Vakfı’nı kurdu.
Bir zamanlar çok yaygın olan lepra hastalığının sadece Türkiye’deki değil, dünyadaki gerilemesinde de Saylan’ın bu gayretlerinin önemli katkısı var. Bunun sonucu olarak 1986’da kendisine, Hindistan’da Uluslararası Gandhi Ödülü verildi.
Türkân Saylan, mesleğindeki yoğun çalışmalarının yanında sosyal alandaki faaliyetlerini de hiç eksik etmedi. Kurucuları arasında yer aldığı ve uzun süre başkanlığını yaptığı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), onun o yoldaki gayretlerinin çok önemli bir örneğidir.
Derneğin amacı, şöyle belirlenmişti: “Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak...”
Prof. Saylan ve arkadaşları o amaca yönelik olarak, okul çağındaki çocukların -özellikle de kız çocukların- öğrenim hakkını kullanabilmelerine katkı sağlamayı öncelikli hedef edinmişlerdi. O konuyla ilgili olan tüm kamusal ve özel kuruluşlar ve kişilerle işbirliği yapmaya çalışarak fonlar oluşturuyorlar, burslar veriyorlar, öğrenim için gerekli kitaplarını, araçlarını, gereçlerini sağlıyorlardı.
Derneğin Türkiye’deki çeşitli merkezlerde 102 şubesi vardı. Anaokulları, ilkokullar, öğrenci yurtları yaptırdılar ve Milli Eğitim Bakanlığı’na devrettiler...
Ayrıca çocukların, özellikle de öğrenim çağındaki kız çocukların okula gitmelerini teşvik için başka gönüllü kuruluşlarla işbirliği yaparak, kampanyalar başlattılar.
Derneğin, çocukların yanında, yetişkinler için de eğitim imkânları hazırlayan programları vardı. Okuma yazma bilmeyenler için, belirli meslekleri edinmek için, mesleklerindeki becerilerini geliştirmek için düzenlenen kurslar onlar arasındaydı.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin çalışmalarının ne kadar yoğun ve etkili olduğunun bir örneğini ben, 1999 depremleri sırasında gördüm.
Deprem bölgelerinde konutsuz kalanlar için çadırlar, barınaklar sağlamanın yanında, çocuklarının öğrenimlerinin kesintiye uğramaması için, prefabriklere imkânlar kullanarak, bir veya birkaç dershaneli okullar oluşturuyorlardı. Milli Eğitim Bakanlığı’yla da işbirliği yaparak o dershanelerde ders verecek öğretmenler bulup, görevlendiriyorlardı.
O sırada aralıklı olarak gittiğim o bölgelerdeki küçük küçük okulların, her gidişimde, daha da geliştiğini görüyordum. Öyle ki, depremzedelerin konut ihtiyaçları bir ölçüde giderilebildikten sonra bile, o okulların öğrenim faaliyeti bir süre daha devam etti. Çünkü çocuklar o ‘okul’lara, öğretmenlerine ve orayı sık sık ziyaret eden ÇYDD gönüllülerine alışmışlardı.
Evet, Prof. Türkân Saylan’ın ülkemize ve tüm insanlığa, tıp alanındaki katkıları da yurttaşlarımıza eğitim ve kültür alanındaki hizmetleri de unutulamaz.
Gerçi Saylan, hayatının son yıllarında, o hizmetleri saygı ve şükranla değil, saygısızlık ve kızgınlıkla izlemiş olan birilerinin insafsız saldırılarıyla karşılaştı.
Hakkında soruşturmalar açıldı. O sırada yıllardan beri mücadele etmeye çalıştığı kanser hastalığının en ağır dönemindeydi. Evinde istirahat ediyordu. Soruşturmacılar evine baskın yaptılar. Hiçbir suç delili veya karinesi bulamadılar. Ama onun Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ndeki çalışma arkadaşlarını gözaltına alıp hapse attılar.
Bazı gazeteler de Saylan’a karşı ipe sapa gelmez iddialarla (o arada ‘darbe’ yapacaktı iddiasıyla) hücumlarda bulundular.
Oysa Saylan, darbe yapmak veya darbe yapmayı düşünmek bir yana, her türlü darbe düşüncesine karşı en etkili sloganı oluşturup haykıran insandı:
“Ne şeriat, ne darbe, demokratik Türkiye...”
Bunu, bir dönemdeki ‘Cumhuriyet Mitingleri’nin de sloganı haline getirenler, Saylan ve arkadaşlarıydı.
Ülkemizin onun evine baskın yapıldığı günlerde de bu günlerde de en fazla ihtiyacı olan slogandı o slogan...
Türkân Saylan’ı, tüm ömrünce inandığı ve savunduğu demokratik cumhuriyetimizin 91’inci yıldönümünde, saygıyla, sevgiyle, özlemle anarım.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bugünkü değerli başkanı Profesör Aysel Çelikel ile birlikte tüm mensuplarının başarılarının devamını dilerim.