Güncelleme Tarihi:
Pera Palas’ın kapısından içeri giriyoruz. Bu kez hikayemizin esas kadını, hem sesiyle hem görüntüsüyle görkemli bir şöleni bir nefeste yaşatan Candan Erçetin. Her birimizin onun şarkılarında saklı bir anısı, bir hikayesi var. Ama daha da önemlisi Candan Erçetin’in içimizdeki her duyguyu harekete geçiren şarkıları... Tam da bu yüzden işleri tersine çevirmek, bu kez onun içini dökmeye ikna etmek arzusuyla yanına gittik. ‘Ona dair bugüne dek saklı kalan ne vardı, bilmediğimiz bir yanı ya da özel bir mahareti var mıydı?’ sorularına cevap bulmaktı niyetimiz, bir başka deyişle, ağzından kendine dair itiraf almak. İşte o anda şu cümleler dökülüverdi ağzından; “Aslında o karakter gizli ve derinde değil, sadece beni şarkıcı olarak tanıyanların hayalinin dışında olabilir. Koşuşturmalı bir tempom var ve bana kalan her anı evde geçirmekten, misafir ağırlamaktan mutluluk duyuyorum. Kendimi en iyi hissettiğim, çalışırken düşüncelere daldığım yer mutfak. Sanırım buna meşguliyetle terapi deniyor.”
Yemek yapmanın onun için gerçek bir tutku olduğunu, kendisini dinlendirdiğini, aynı zamanda üretmeye de devam etmesini sağladığını anlatırken gözlerinin içi gülüyor. Ne zaman ve nasıl anlamıştı mutfakla olan bağını? Şöyle özetliyor hikayesini: “Biz Arnavut ailesiyiz, bizde her pazar börek açılırdı. Benim de 3 yaşından beri annemin sofrasında kendi hamurum olurdu, belki yenmezdi ama benim böreğim de pişirilirdi. Mutfakta olmaya meraklıydım fakat annem de hiçbir zaman, ‘dağıtma, üstünü kirletme, yanarsın, elini kesersin’ demedi. Başımıza hepsi geldi ama annem beni yemek yapmam için hep cesaretlendirdi.” Damak zevkinden ödün vermeden sağlıklı yemekler yapmanın kendisini heyecanlandırdığını söyleyen Candan Erçetin için çok açıkça anlaşılıyor ki yemek yapmanın mutlulukla bir ilgisi var. Üstelik müzikle yemek arasında özel bir ilişki olduğunu dahi keşfetmiş; “7 notayla farklı ezgiler yaratmaktan ya da 29 harfle binlerce değişik kelimeyi yan yana getirmekten farkı yok. Aynı malzemelerle farklı doz ve bileşimler kullanarak yüzlerce çeşit yemek yaratabiliyor insan. Ayrıca müzik ve yemek insanların bağ kurmasını, duygularını paylaşmasını sağlıyor.” Bu sayede ruhundaki güzelliklerin tetiklendiği bir gerçek; ancak içindeki tutkuyu açığa çıkaran başka etkenle de var; “Sağlığımızı yediklerimizin yönettiğine inanıyorum. Yemeklerimizin içeriği ve hazırlanışı, hastalıklarımızın tedavisinde de etkili. Ben evde, katkısız yemekler yapıyorum. Hazır yemeyi hiçbir zaman tercih etmedim, bırakın yiyeceğim yemeği bir başkasına hazırlatmayı, alışverişini yaptırmayı bile sevmiyorum.” O böyle konuşsa da kendisini mutfak önlüğüyle makarna haşlarken hayal etmenin güçlüğünü tahmin edebiliyorum.
'EVİMDE EN KIYMETLİ KONUKLAR MUTFAĞIMDA OTURUYOR'
Tam anlamıyla ev insanı olduğunu itiraf eden Erçetin ayağını basabileceği iki karış toprağın ve etrafında hayvanların olduğu her yerin kendisi için yaşam alanı olabileceğini söylüyor. Mutfağının nasıl bir yer olduğu konusuna gelince: “Evimde en kıymetli konuklar, büyük bir yemek masasına ve yemek kitapları kütüphanesine sahip olan mutfağımda oturuyor. Böylece hem yemeği hazırlayıp hem de onlarla sohbet edebiliyorum.” Anlayacağınız, sahnedeki Candan ile evdeki Candan ayrı dünyaların kadınları. Küçüklüğüne dair bir anısı da bunu destekliyor; “İlk gerçek aşçılık maceram 14 yaşındayken yeğenimin doğuşuyla başladı. Annem, ablama yardım etmek için birkaç ay İstanbul’a gitti, ben de Kırklareli’ne babamın yanına gittim. Annemin yemeklerine alışmış ve seçici bir damak zevki olan babama yemek hazırlamak en büyük sınavımdı. Pazar alışverişinde iyi sebzeyi seçmekten, tavuk tüyü yolup, temizlemekten ve doğru parçalara ayırmaktan tutun, yapılabilecek her yemeği yaptım. Düşün ki Google yoktu, ona rağmen sınavı geçtim. Bu cesaretle yıllar içinde baklava, börek açabilecek kadar ilerledim. Saatlerce mutfakta ayakta kaldığım günler olur ve yorgunluğumu hiç hissetmem.” Durum madem böyle, en sevdikleri için elleriyle hazırlayacağı spesiyal mönüde neler var hemen öğreniyorum: “Öncelikle çiğ yeşillikler, sebzeler ve az pişirilmiş sebze ve tahıllar kullanılarak yapılmış en az 10-12 çeşitten oluşan doyurucu bir başlangıç büfesi hazırlardım. Zeytinyağlı sebze yemekleri ve sebzeli pilavlar, makarnalar, ardından da fırında et, tavuk ya da balık pişirirdim. Alternatifli sofralar hazırlamayı seviyorum. Ayrıca biliyorsunuz, artmadan yetmez.”
“İş değişse de karakter değişmez, sanırım sistemli, programlı, titiz, disiplinli, hijyen ve estetik peşinde bir şef olurdum.”
“AMAN DİKKAT ÇÜNKÜ NE YERSEK ‘O’YUZ!”
Onun için hayatta tutku çok önemli. Elini attığı her işte birinci koşul bu. Şu sözleri ise hepimize ders niteliğinde; “Tutku olmasa şarkı söylemekten, yemek yapmaktan, öğretmenlikten, İrma’yla güneşin doğuşunu seyretmekten, hatta bir saat boyunca ‘civcivi at getirsin’ oynamaktan, sevdiklerimle akşamları bir masa başında oturup günleri paylaşmaktan, doğanın nimetlerine hayran olmaktan vazgeçerdim; kısacası yaşayamazdım. Yaşadığım her ana tutkuyla bağlıyım.” Yeri gelmişken ondan bahsetmemek olmaz. İrma, Candan Erçetin’in tatlı mı tatlı minik köpeği. Anlayacağınız, onun da sahibesi gibi hem gardırobu zevkli hem de damak tadı güçlü.
Erçetin’e en çok hangi mutfağın yemeklerini yapmaktan keyif aldığını sorduğumda da geniş yelpazeye yayılan bir cevap alıyorum; “Tek mutfağa bağlı kalmayı sevmiyorum, tıpkı müzikte aynı türle yetinemediğim gibi. Fransız mutfağı gibi uzun sürede çok malzeme ile hazırlanan yemekler, rafine soslar, damak zevkimin ilk sırasında değil. Daha çok taşra usulü, az malzemeyle hazırlanmış basit yemeklerin yer aldığı rustik görünümlü sofraları tercih ediyorum. O bakımdan İtalyan mutfağına daha yakın hissediyorum fakat Balkan ve Güneydoğu etkilerini de bırakamıyorum.” Yaşamın her anını algılayarak ve farkında olarak yaşamaya çalışan sanatçının hayatında, sofra etrafında geçen saatler büyük önem taşıyor. “Benim için mutlu sofra demek, eş, dost, aile demek ve ne mutlu ki bu anlardan çok örnek var hayatımda. Sanırım bir mutluluğu hatırlatan son sofra 2009'un Kurban Bayramı yemeği. Ailece köyde kocaman bir sofra başında yaptığım yemekleri yiyip, gülüp, söylemiştik. Aslında hepimiz vaktimizin azaldığının farkındaydık ve o fırsatı anılarımızı tazeleyerek geçirmiştik. Masada şekeri yüksek olanlar var diye ben yemekler konusunda dikkatli davranmıştım ve tabii ki yememesi gerekenlerin itirazlarıyla karşılaşmıştım. Mesela pankreas tedavisi gören annem; ‘Bu tatlının şekeri az olmuş kızım, ben sana böyle mi öğrettim?’ demişti. Kahkahalarla gülmüştük.”
Epeydir hayatın akışında olmayı ve sadece gülümsemeyi seçtiğini anlatırken gözleri dalıyor. Onu daha da uzaklara sürüklemek pahasına bir hayali olup olmadığını soruyorum. “Birçok hayalim var, yaşadığım sürece de olacak, hepsi gerçekleşmeyecek ama bu beni yıldırmayacak. Mesela Türk lezzetlerini dünyaya tanıtan bir yemek programı yapmak, yemek kitabı yazmak, müzik yapmayı herkesin günlük yaşamına sokmak, bir roman yazmak, şehir çocukları için çiftlikte yaz kampı kurmak, sağlıklı yaşam turistleri için köyde bir butik otel açmak, yıllardır yaptığım turşuları etiketleyip satmak, küçük bir restoran açıp hem yemekleri yapmak hem şarkıları söylemek, organik tarım yapmak... Yeriniz var mı? Saymaya devam edeyim mi?” Gülümseyerek, ‘etmeyin’ demek zorunda kalsam da biliyorum daha birçok hedefi var. E o zaman gelecekteki Candan Erçetin’den bir mesajla bitirelim sohbeti: “Aman dikkat, ne yersek ‘o’yuz. Bize büyük bir lütuf olarak bağışlanan bedenimize karşı sorumluluklarımız var ve bu sorumluluklardan, ‘vaktim yok, yorgunum, elimden gelmiyor, hiç sevmem, canım çok çekti ya da canım istemiyor’ gibi bahanelerle kaçamayız, haklı olabiliriz ama hakkımız yok!”
www.elele.com.tr TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR.