Güncelleme Tarihi:
Geçtiğimiz mayıs-haziran sabahlarını, kulağımda Sezen Aksu’nun ‘Yaz’ı; kocaman karnım, kocaman sırıtışımla vapura oradan servise sekerek geçirdim. Kadıköy’deki evimden Bağcılar’daki gazeteye uzanan yol boyu karnımdaki oğluma ‘Yaz bitmeden gel’i söyleyip, baş başa geçireceğimiz upuzun yazı, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen izin süremi hayal edip durdum. İşe son kez gittiğim günün ertesi gecesi pat diye gelmeye karar verdi Ali Güney. Doğması beklenen tarihe üç hafta, sekiz yıldır çalıştığım Radikal’in basılı hayatına son vermesine bir hafta vardı. Devletin lütfettiği 16 haftalık izin süresine elde avuçta birikmiş ne kadar izin hakkım varsa ekledim. Oğlumla nefis bir yaz, sonbahar ve kış geçirdik.
Sekiz buçuk aydır, 7/24 süren annelik mesaim geçen pazartesi doldu. Benden sonra kâğıda ve bir sürü şahane gazeteci arkadaşımıza veda eden, dijital Radikal'e dönme vakti geldi çattı. Pazartesi sabahı oğlumu babaannesine teslim edip evden ayrılırken kulağıma tekrar ‘Yaz’ı taktım. Vapura yürürken hava yine ışıl ışıldı. Ve geçen üç mevsim boyunca olan her şey aslında son 24 saatte yaşanıp bitmiş gibiydi…
BEDENİM EKSİK, ALANIM DAR...
Gazetedeki ilk dakikalar çalışma arkadaşlarımın tatlı karşılama sözcükleriyle geçiyor. Burası sekiz senedir çalıştığım, gözü kapalı dolaşabileceğim ofisimiz. Lakin ilk saatin sonunda fark ediyorum: Unuttuğum sadece bilgisayarımdaki şifreler değil; elimi kolumu nereye koymam gerektiğini de koridorda yürümeyi de hatırlamakta zorlanıyorum. Bir işyerinin koridorunda yürümenin öğrenilmiş-ezberlenmiş bir formu varmış meğer. Adım atmak değil yaptığım, daha çok yalpalıyorum; güleryüzle selam veren, oğlumu soran arkadaşlarıma önce alık alık bakıyorum, sonra gülümseyerek ezberden sıralıyorum: “Evet hâlâ emziriyorum, yok bakıcı değil, babaannesine bıraktım, bakalım alışacağız…”
Aylarca geniş zamanın içinde salınmış, gün be gün büyüyen oğlum vücudumun bir parçası olmuşken şimdi bedenim eksik, hareket alanım dapdar. Akvaryumda gibiyim, boş boş bakınıyorum. Haber toplantıları yapılıyor, hangi haber ne kadar okunmuş falan, mühim bir köşe yazarı epey tartışılacak bir yazı yazmış galiba… Ya o değil de, babaannesi kahvaltısına keçi peyniri eklemeyi unutmaz değil mi…
Babaanneyi arayıp anlık rapor alma sıklığım iki saatte bir. Öğleden sonra birden fark ediyorum, memelerimde bir sızı var. Ne salağım, süt sağmayı unuttum! Atom karınca, her şeye yetişen Bahar hem anne-hem gazeteci olacağı ilk iş gününde yapması gereken en temel şeyi unuttu iyi mi...
Saatler ilerledikçe günün ilk saatlerinde göğsümü ufak ufak kazımaya başlayan spatula iyice derinlere inmeye başlıyor. Kimseye çaktırmamaya çalışıyorum ama Allahın cezası bir spatula var sol tarafımda, kazıyor da kazıyor. Boşluk arttıkça nefes almakta zorlanıyorum. Öğleden sonra daha fazla dayanamayacağımı fark edip “Ben kaçıyorum!” diyerek arkama bakmadan uzaklaşıyorum. Gelgelelim eski servis yakalama reflekslerim de silinmiş, servis gitmiş bile. Hiç düşünmeden yola atıyorum kendimi, sarhoş gibiyim. İlk gördüğüm otobüse atlayıp aktarmalarla vapura ulaşmaya çalışacağım. Bir an önce eve varıp oğluma dokunmalıyım. Otobüste bir an kendimi dinleyince fark ediyorum: Spor ayakkabının içindeki parmaklarımı sıkıyorum, yukarı doğru kilitlenmiş omuzlarımı sıkıyorum, birbirine girmiş dişlerimi sıkıyorum. Başım zonkluyor. Vakit ilerledikçe daha sert, daha kısa, daha saçma nefesler alıyorum.
Eve giden sokaklarda tık nefes haldeyim. Babam arıyor, “Nasıl geçti ilk gün?” diye soruyor, finiş ipini göğüsleyecek maratoncu gibi babama zaferimi müjdeliyorum: “10 dakika sonra evdeyim baba!”
Oğlumu akşamüzeri uykusunda yakalıyorum. Ara ara “Inne memme” diye ağlaya ağlaya bakınmış etrafına… “Garipsedi yokluğunu” diyorlar; bulamayınca beni, başını yana düşürüp mahzun bir poz takınmış. Uyandığında koynuma sokuyorum, “Bak, geldim” diyorum, yanından iki dakika ayrılsam kollarını uzatıp çıkarabildiği tüm seslerle yanına çağırıyor beni.
“Özledin mi?” diye soruyorlar. Herhangi bir dilde, hissettiklerime karşılık gelecek bir sözcük olduğunu sanmam. Varsa da o sözcük 'özlemek' değil. Daha çok, kolum yokmuş gibi... Organlarımdan biri eksik. Göğsümün saat başı daha derine inecek şekilde kazıldığı yetmiyormuş gibi bir de kolum yok. Evde kalmış. Yanımda bir takım organlar var ama onları da nasıl kullanacağımı bilmiyorum.
Sabah güne, deneyimli bir çalışan anne olan arkadaşımın “Aramıza hoş geldin canım” mesajıyla başlamıştım. Evet, ben sekiz buçuk ay önce anne oldum; geceli-gündüzlü süren bir annelik mesaisi yaptım. Ama şimdi artık, milyonlarca kadın nüfusu olan ‘çalışan anneler’ gezegenindeyim. Buradaki herkesin pasaportunda ‘endişe’ damgası var: “Hem işe hem çocuğuma hem eve hem kendime yetişebilecek miyim”, “Çocuğuma haksızlık mı ediyorum”, “En güzel anlarını kaçırıyor muyum”, “Ben yokken yemeğini yedi mi”, “Şu işi kıvıramazsam hakkımda ‘Aklı çocuğunda’ diye düşünürler mi", “Bugün azıcık erken çıksam diğerlerine ayıp mı olur”, “Akşam sadece iki saat görmek yetecek mi bebeğime", "En iyisi evde oturup onunla olmak mı", "E ben onca yıl boşuna mı yaptım bu işi, çalışacağım elbet", "Ya bana küserse, huyu değişirse"...
Bu gezegende annelere esnek çalışma saatleri, kreş yardımı, tatmin edici bir ücretli annelik-babalık izni yok. Burası çocukların bakım sorumluluğunu annenin sırtından alan, kadının hayatını kolaylaştıran bir yer değil. Ama içerisi, buraya benden önce gelmiş sayısız çalışan annenin enerjisi ve direnciyle dolu. Çalışan annelerin; işyerlerinden ev içlerine daha fazla yasal hak elde etmesi için mücadeleyi çoğaltabilecek kadar çoğuz, güçlüyüz. Biliyorum bu daha başlangıç, en azından benim için…