Güncelleme Tarihi:
Memleketin dertleri ulaşıyor mu buraya?
- Valla, aslına bakarsan pek de ulaşmıyor. Ama buranın da kendi dertleri var. Öyle koca koca dertler değil ama yine de epey meşgul ediyor halkı.
◊ Uçakla birkaç saat ötedeki İstanbul’la karşılaştırıldığında arada korkunç bir fark var. Sanki burada herkes kendi işinde gücünde, her şey sütliman gibi...
- Orası öyle ama burası o kadar da sütliman değil... Bozuyor arada.
◊ Nasıl bozuyor?
- Doğadan korkmayı ben burada öğrendim. Şehirde yaşarken şimşekten korkmazdım; burada altıma edecek kadar korkuyorum. Karşıdan eser lodos; bulutlar birikir; baktığın zaman felaketin üzerine gelmekte olduğunu görürsün. Tek başınasın. Issızlığın ortasındasın...
Ortaçgil’in Bozburun’daki evinde eski konserlerinin afişleri. Sanatçı,
Fikret Kızılok’un kendisine hedonist yaşamı öğrettiğini anlatıyor.
◊ Uzaktan bakınca bu tek başınalık ve ıssızlık hem sizle hem Bozburun’la örtüşüyor.
- Bana ‘Bilge adam’ havası kondurulmasından hoşnut değilim (Gülüyor). Ariftir, ustadır bu, her şeyi bilir vs... Öyle bir adam değilim.
◊ Niye rahatsız ediyor bu sizi?
- Üstüme ekstra yük ve sorumluluk biniyor çünkü. Ben de hatasıyla sevabıyla alelade, sıradan bir herifim... Bir tek belli bir yetenek sonucu şu uğraştığım şeylerle uğraşıyorum.
◊ Yetenek tamam ama bir de kararlılık var sanırım; kimya mühendisliği kariyeri yaparken; birden müziğe dönmüşsünüz.
- Hayatımın her şıkkında belirsizlik var. Bütün yüreğimle inanıyorum belirsizliğin gücüne. Seçimlerimde demokratik olmak, karar verirken elli bin soru sormak, kolay karar vermemek gibi özelliklerim varken, böyle bir adamken yani, iyi ki “Ben müzik yapacağım” kararını vermişim.
◊ Nasıl olurdu müzik yapmayan bir Ortaçgil?
- Psikolojik olarak hasta olmaya adaydım. Bu yaptıklarımı yapamasaydım, Türkiye’deki averaj insanlar gibi hayatından memnun olmayan, homurdanan, sinir harbi geçiren, her şeye aşırı tepki veren, belki vurdu-kırdıya başvuran bir adam bile olabilirdim.
◊ Belki de bugünlerde “Acaba güneye mi yerleşsem” diyen biri olacaktınız ...
- Muhtemelen (Kahkaha atıyor).
FİKRET’TEN PARASIZ DA GÜZEL YAŞANACAĞINI ÖĞRENDİM
◊ Peki en üretken döneminiz ne zaman? Bozburun sonrası mı?
- Fikret Kızılok’la çalıştığım dönem, 1980’ler... Artı 90-91. Yani Bozburun’a geldiğim, eski hayatımın üstüne yeni bir hayat inşa etme noktasında olduğum dönem... Buradan çıkarılan sonuç beni her zaman ürkütmüştür: En zor, en krizli, en sallantılı, en inişli çıkışlı dönemler insanın nedense en üretken olduğu dönemlerdir.
◊ Tek tek şarkılarınızı ne zaman, nasıl yazdığınızı hatırlar mısınız?
- Hepsini çok hatırlamıyorum. Bazılarının ayırıcı halleri vardır sadece. ‘Deniz Kokusu’nu askerken yazmıştım. Side’deki bir deniz arasından askere dönmüştüm.
◊ Başkalarıyla beraber yazdıklarınızı sorsam... Mesela Fikret Kızılok’la, Çekirdek Sanat Evi günlerinde yaptığınız şarkılar. Bodrum yollarında, seyahatlerde yapılmış şarkılar var, değil mi?
- Bodrum’a sık giderdik. Evet, bazı şarkıları orada yaptık. Birini net hatırlıyorum mesela. Fikret elde kâğıt-kalem, her zaman olduğu gibi, ben direksiyonda... Arkada Erkan (Oğur) oturuyor. Konuşarak, tartışarak, ‘Why High One Why’ başlığını bulduk. Gidene kadar adam bizi gülmekten gebertti. Yolda yazdı onu. Biz de kafiyeleri bulduk.
◊ Peki tüm o ‘Adidas’la tekkelere gidersin’ dizeleri falan hep o arabadan mı çıktı?
- Valla tam hatırlamıyorum... Hatırladığım, şarkının sözlerinin uzunluğu, arabada yazılanlar yani, yayımlanan halinin iki katıdır, çok fazla dizeyi de elemiştik, “Bu kadar da olmaz, bu kötü” diye atmışızdır. (Gülüyor).
◊ Bilmem nasıl karşılarsınız ama o dönemdeki bazı şarkılarınızda sizi birbirinizden çok ayıramıyorum; kim hangi sözü yazmış; kim hangi şarkıyı bestelemiş tahmin yürütemiyorum. O döneme ait en sevdiğim şarkınızı, ‘Bir Nihavend Yalnızlık’ı sorsam...
- Fikret’le ortak ürettiğimiz şarkılarda müzikal dokunuş daha çok bana; sözlerse daha çok Fikret’e aittir. Ben müzik açısından çok bereketliyim ama söz benden fışkırmıyor. Fikret’se elinde kâğıt-kalemle yaşayan bir insandı. Hemen üretirdi. ‘Bir Nihavend Yalnızlık’ işte onun sözel dünyasından çıktı. Bestesi de benimdi. Nerede yazdığımızı hatırlamıyorum ama... (Düşünüyor). Hah, Fikret’in evinin mutfağında. O mutfak... O mutfağı anlatmalı asıl.
◊ Valla sabaha kadar anlatsanız dinlerim...
- Feneryolu’nda, eski bir apartmanın en üst katında oturuyordu Fikret. Evi tekne kamarası gibiydi. Basık. Her şey ahşap. Her akşam balık yiyordu Fikret. Herkes her zaman balık yemiyor tabii (Gülüyor). O da bir tane balık alıyor kendine, fırına koyuyor ve harika pişiriyordu. Şimdi bunları anlatırken düşündüm de ben Fikret’ten çok önemli bir şey öğrenmişim!
◊ Nedir o?
- Güzel ve zevkli bir yaşamın paraya bağlı olmadığı... Aldığı alelade bir balığı güzelce pişirir; buzdolabını açar, salata malzemesi bulamaz bazen. O da maydanoz doğrar; limon, hatta portakal suyu döker. Yani hedonistik bir tarafı vardı ve bu paraya bağlı değildi. Diş hekimiydi, pop stardı, para da kazanmıştı ama parayla yaşamazdı. Bir pantolonu, bir gömleği, b.ktan bir arabası vardı, ite ite götürürdük. Bir de teknesi vardı; gider üç ay tekneyle bir yerlerde kalırdı. İnsan yüzü de görmezdi.
İŞİN MUTFAĞI GERÇEKTEN MUTFAKTI
◊ Bohem bir adamdı sanırım..
- Evet ve o bohem adamın mutfağı da bizim çalışma alanımızdı.
◊ İşin mutfağı bir mutfaktı yani.
- Evet... Çocuk şarkılarını orada yazdık mesela. Ben işten ayrılmışım; ciddi parasızlık çekiyorum. Azizim; biz Fikret’le oturduk üç-dört günde o mutfakta bir dolu çocuk şarkısı yaptık. Şelale gibi aktı. Çünkü onunla beraber olduğun zaman başka bir şey düşünmeye fırsat kalmazdı; bu özelliğini çok severim. Elinde hep bir kâğıt-kalem, hep üretir, hiç durmaz, hep üretir. O kadar samimi bir ilişkim olmamasına rağmen, az buçuk tanıdığım Sezen Aksu da öyle bir karakterdir. Onunla bir araya geldiğin zaman, ne seyahatten, ne elbiseden, ne bilmemneden bahseder. O da elinde kâğıt-kalem, “Hadi şarkı yazalım” der. Yani bu denli adanmıştır.
◊ İstim üstünde hep..
Evet, ben öyle biri değilim mesela.Yani Fikret bu tavrıyla her konu üzerinde şarkı yazabilecek gibi işlevsel ve işlekti. (Denizde bir gulete işaret ediyor). “Gulet” de ona, gulet üstüne şarkı yazar.
◊ Beraber çalışmayı bıraktıktan sonra, birbirinize darıldığınız söylenir, doğru mu?
- Onunla anlaşamadığımız, ayrıldığımız doğru. Küs müs değildik ama. ‘İmamın Kayığı’ adını verdiği teknesinde buraya da geldi. Bize de yemek yaptı.
BENİ ‘BENİMLE OYNAR MISIN’LA BİTİRENLER DE VAR
Müzik herkesin anladığı bir şey değil. Yığınsal beğenilere sunulduğu zaman herkes o işten hoşlanmıyor. Beni seven birçok insan beni ‘Benimle Oynar Mısın’da bitirmiştir. O albümü bir yere koymuşlardır. Sonra yaptıklarım onlar için hikâyedir. Dinleyip ‘Benimle Oynar Mısın’la karşılaştırmışlardır. Sonra “Aaaa, onun kadar iyi değil” demişlerdir. Hep o sound’u aramışlardır. Ama ben bir müzisyenin öyküsünün farklı türde ilerlemesi gerektiğini düşünürüm. Bir arayıştır müzik. Elli yıl önce yaptım ‘Benimle Oynar Mısın’ı? Neden bir daha aynısını yapayım ki?
KONSERDE KARŞIMDA BEŞ BİN KİŞİYİ GÖRÜNCE KORKUYORUM!
◊ Uzun zamandır beklenen Açıkhava konseriniz geldi çattı... Ne beklemeli bu konserde hayranlarınız?
- Birsen Tezer’le paylaşıyorum konseri. Onunla çalma, sahneyi paylaşma fikri her zaman var zaten. Hep arkasında durduğum bir müzisyen; çok severiz birbirimizi. Ben kendi şarkılarımı kuartetle çalacağım. Yaylı aranjmanı yapılmış parçalarımın çoğunu kullanma şansım var. Daha az bilinen, biraz ihmal ettiğim şarkılarımı çalmak isterim. “Çalmazsan vallahi olmaz” demezlerse, ‘Benimle Oynar Mısın’ı koymak istemiyorum konsere.
◊ “Derler” sanırım...
- O zaman otomasyona bağlayıp çalarım herhalde (Gülüyor). Bir de itiraf edeyim, büyük alanlar beni biraz ürkütüyor. Müziğimin küçük mekânlara uygun olduğunu düşünüyorum. Mekân büyüdükçe, ses de büyüyor; çoğaldığı zaman kaliteyi korumak güçleşiyor. Ayrıca karşında beş bin insanı gördüğün zaman hafif titriyorsun.
◊ Halen mi?
- Korkuyorum valla. Maça çıkana kadar heyecanlanır ya futbolcular... İlk dakikada bitiyor tabii.
SENİ SEVİYORUZ BÜLENT ORTAÇGİL!
Beni bulmak için Bozburun’a gelenler var. Yıllardan beri de hep olmuştur. Hatta bazıları önce aşağıda (kasabanın merkezini gösteriyor) karımın dükkânında karşılaşıyor benimle. Tezgâhtarlık yapıyorum; bir şeyler sarıyorum falan. Şöyle göz ucuyla bakıyorlar; “Yok yok o değildir herhalde” diyorlar. Emin olamıyorlar (Gülüyor). Kimileri buraya da geliyor. Bir sabah mesela aşağıda kumsala “Seni Seviyoruz” yazmışlar. Duygulandım tabii.
‘TELEVİZYONA ÇIK’ DİYORLAR, ÇIKMIYORSUN
◊ İlk albümünüz ‘Benimle Oynar Mısın’, ‘farklı’ bir işti. 1990’da çıkardığınız ‘2. Perde’deki ‘Beyazın Şarkısı’nda da “Benim şarkılarım biraz farklıdır; kusura bakmasınlar” demiştiniz. Bugüne kadar geldi bu farklılık ama niçin “Kusura bakmasınlar” diyorsunuz?
- (Kahkaha atıyor) Herkesin istediği şeyi yapmadığım için. İnsanlar televizyonda seni görmüyorlar; dolayısıyla ünlü değilsin. “Televizyona çık” diyorlar sana, çıkmıyorsun. Herkesin istediği tipte bir adam değilim diye özür dilemişim işte. Kusura bakmasınlar.
◊ “Şu şarkıyı öyle yapsan daha çok satar” aklı verenlere sitemdir herhalde diye düşünmüştüm.
- Yok, bana öyle bir şey pek söylenmedi. Söyleseler de uymam zaten. Ama bir defa farklı bir süreç yaşadım. ‘Benimle Oynar Mısın’dan sonraki dönemdi. Yerel motiflerden çıkan müziğin daha evrensel olacağı düşüncesini empoze etmişti Şanal Abi (Yurdatapan). Bağlamayla şarkılar yapmayı denemiştik ama kendimizle yabancılaştığımızı anlayınca birkaç aylık bir uğraş ve bir-iki şarkıdan sonra bıraktık.