Güncelleme Tarihi:
Enfes bir İstanbul akşamüzeri, Boğaz kıyısındaki otelin bahçesinde oturmuş sohbet ediyoruz. Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ile şahsen tanışıklığım birkaç yıl önce ama onu yıllardır tanıyor gibiyim.
Önce çocuklarımızdan, çocuk yetiştirmekten, yeni teknolojilerin çocuk beynine olası etkilerinden, tablet-cep telefonu-internet kullanımının çocuklarda hiperaktiviteye yol açıp açmama olasılığından konuşuyoruz.
Sonra sıra geliyor esas buluşma nedenimiz olan ‘çocuklar’a, Güneş Parlakgül ve Ekin Güney’e.
“Nasıl buldular sizi” diyorum damdan düşer gibi.
Önce mektup yazmışlar Harvard’a, Gökhan Hotamışlıgil’e, kendilerini ve çalışmalarını anlatan. Mektup ilgisini çekmiş Hotamışlıgil’in ama hemen cevap yazamamış.
ÖN SIRADA TAKIM ELBİSELİ İKİ GENÇ
Sonra Türkiye’de katıldığı bir bilimsel kongrede bir bakmış en ön sırada takım elbiseler içinde iki genç adam oturuyor; konuşması bitince o gençler hemen yanına gelmişler, kendilerini tanıtmışlar. Onlar Güneş ve Ekin.
Ayaküstü sohbette Hotamışlıgil başvurularıyla ilgileneceğini söylemiş ama araya zaman girmiş, başvuran sayısı olağanüstü fazlaymış, Hotamışlıgil’e kendi üniversitesinde Türklere ayrıcalık yaptığı gerekçesiyle arada bir takılanlar oluyormuş, o yüzden de seçimlerinde çok hassas olmaya çalışıyormuş.
Aylar sonra yine bir kongre için bu kez Antalya’ya gelmiş ve ne görsün, Güneş ile Ekin yine orada, yine en ön sırada, bekliyorlar konuşmak için. Bu kadar kararlı ve hevesli; ayrıca Güneş ile Ekin’in daha tıp fakültesi ikinci sınıf öğrencisiyken yaptıkları bir laboratuvar araştırmasının makalesini duymak Hotamışlıgil’i tamamen ikna etmiş, “Bu yaz ikiniz birden iki ay staja gelin” demiş. “Bu çocuklarda çok özel bir çekim vardı” diyor Hotamışlıgil, “Kaynağı da dürüst ve alçakgönüllü kişilikleri ve bilimden duydukları inanılmaz heyecan”.
Kim mi Güneş ve Ekin? Onları Hotamışlıgil’le bu buluşmamdan iki hafta sonra internet üzerinden yaptığımız bir görüntülü konuşmada tanıdım.
MİKROSKOPTAN BAKARAK GEÇEN BİR YIL
Ekin, “Gökhan Hoca’yla tanışıp birlikte çalışınca üst düzey bilimin nasıl yapıldığını da gördük” diyor.
Stajlarının sonunda Türkiye’ye dönüyorlar ama akılları da kalpleri de Boston’da kalmış. Sonra Harvard’da bu kez Harvard Tıp Fakültesi’nin bir Türk öğrenci programına başvuruyor ve bir yıl MIT’den bilimcilerle ortak çalışma imkânı buluyorlar. Bir yıl Harvard’a gelebilmek için İstanbul’da kayıtlarını donduruyorlar.
DERTLERİMİZİN ÇÖZÜMÜ, KAHVERENGİ YAĞ HÜCRELERİ
O bir yıl elektron mikroskopunun başından neredeyse hiç kalkmadan çalışıyorlar; o yılın ürünü olan makale Nature Medicine’e kapak olunca da ödüllerini alıyorlar.
Bugün Ekin, Harvard Sabri Ülker Merkezi’nde kahverengi yağ hücreleriyle ilgili çalışıyor. Kahverengi yağ hücrelerinin, vücut ısısını düzenlemek, genel olarak metabolizmamızı düzenlemek gibi işlevleri var ama bu hücrelerin bunları nasıl yaptığını yeterince bilmiyoruz.
Zaman zaman gazetelerde kahverengi yağ hücreleriyle ilgili mucize benzeri haberler çıkıyor, işte eğer yeterince serin bir odada uyursak kahverengi hücrelerimiz sayesinde uyurken zayıflayabileceğimizi söylüyor haberler. “Eğer bu haberler doğruysa Kuzey Kutup Dairesi’nde yaşayan Inuit’lerin ip gibi incecik insanlar olması gerekmez mi?” diyorum gülerek, Ekin de gülüyor, “Böyle doğrudan sonuç çıkartmak, basite indirgemek doğru değil tabii ama bu hücreleri ve işlevlerini daha iyi öğrenmeliyiz” diyor.
Güneş ise bir başka cephede, karaciğer hücreleri üzerinde çalışıyor. Obezite karaciğer hücrelerinde tahribata yol açıyor; o tahribat da metabolik hastalıkları tetikliyor.
TIBBIN KIZIL ELMASININ PEŞİNDE...
Dünyada ciddi miktarda obez ve fazla kilolu insan var. Obezite ile beraber gelen riskler nasıl azaltılacak, tedavi edilecek?
Sağlık bilimlerinin peşine düştüğü çok sayıda kızıl elma var belki ama ulaşılması en çok ses getirecek kızıl elma bu: Metabolik hastalıklara çare bulmak.
O kızıl elmayı da Harvard Üniversitesi’nde artık Sabri Ülker Merkezi adını taşıyan araştırma laboratuvarında Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil liderliğinde 25 kişilik bir ekip de kovalıyor.
UZAYDA BİR GEZEGENİ VAR
Güneş Parlakgül, İstanbul doğumlu, Işık Lisesi mezunu. Çocukluğundan beri bilime, en çok da kimyaya ilgi duymuş.
Lisedeyken TÜBİTAK’ın düzenlediği bir bilim yarışmasına katılmış, üçüncü olmuş. O çalışma, ertesi yıl Amerika’daki Intel Science and Engineering Fair yarışmasında kimya dalında büyük ödülü kazanmış.
Daha da güzeli, Boston’daki meşhur Massachusetts Institute of Technology (MIT), bu yarışmada birinci olanların isimlerini Mars ile Jüpiter arasında asteroid kuşağındaki mini gezegenlerden birine vermiş, yani uzayda ‘23286 Parlakgül’ isimli bir mini gezegen var.
Güneş’e gezegenine arada bir bakıp bakmadığını soruyorum, “Evet” diyor, “NASA’nın web sitesinden bakmayı öğrendim, arada bir bakıyorum. Tek büyük endişem yörüngesinden çıkıp sonra da dünyaya çarpması...”
İlginçtir, Güneş’in aklında başta sağlık bilimleri hiç yokmuş. Ama son iki ay ilgisi sağlık bilimlerine dönmüş. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ni yani Çapa’yı kazanmış ve daha okulun ilk haftasında hikâyemizin öteki kahramanı Ekin’le, Ekin Güney’le tanışmış.
BASKET OYNAR, BLUES GİTAR ÇALAR
Ekin Güney de İstanbullu, tıpla tanışıklığı çocukluğundan; çünkü büyükbabası doktor.
Çocukluğu ve gençliğinde biyolojiye, hayvanlara çok meraklıymış. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okumuş, basketbol oynar gitar çalarmış, hatta bir grupları bile varmış birlikte blues ve rock çaldığı.
Şimdi de fırsat buldukça Boston’da basket oynuyor, gitar çalıyor. Doktor olmak istemiş, Çapa Tıp’ı kazanmış.
Fakültedeyken Güneş’le birlikte bir otoimmün hastalık olan behçet hastalığı hakkında bir araştırma yapmış; bu araştırmayla Eczacıbaşı Tıp Ödülü’nü kazanmışlar ki hiç de azımsanmaması gereken bir ödül bu. Ekin, “Araştırma aşaması o kadar heyecan vericiydi ki anlatamam” diyor.
Sonra Güneş’le birlikte Gökhan Hotamışlıgil hakkında bir gazete haberi okumuşlar; merak etmişler Hotamışlıgil’i.
“Bütün yazdıklarını okuduk kısa zaman içinde” diye anlatıyor o günleri Ekin. Bu makaleleri okuduklarında obeziteyle bağışıklık sistemi arasındaki ilişki de ilgilerini çekiyor.
HER YEMEK STRES YARATIR
Prof. Dr. Hotamışlıgil ile sohbet edip, onun laboratuvarında tam olarak neyi aradığını kavramaya çalışırken, ‘Vücudun kalori yanıt mekanizması’ diye bir şeyden söz etti.
Hemen atıldım, “Tamam da vücut aşırı kalori aldığını nereden biliyor” diye sordum. Hotamışlıgil’in cevabı benim için çok aydınlatıcıydı:
“Her yediğimiz yemek aslında vücutta bir strese sebep oluyor; sindirim karmaşık bir mekanizma ve sindirim sırasında da daha sonra da ortaya pek çok stres faktörü çıkıyor. Tabii vücudumuzun bu stresle başa çıkma mekanizmaları var. Ama onun da bir sınırı var; aşırı veya sürekli yediğiniz zaman vücudun normalde başa çıkabileceğinden daha fazla stres oluşuyor. İşte bu stres de hücrenin sağlıklı çalışabilmesi için şart olan sistemleri olumsuz etkiliyor, mitokondrisinde ve endoplazmik retikulumunda bozulmalara neden oluyor.”
Gökhan Hotamışlıgil metabolik hastalıkların altındaki temeli daha çok karaciğerimizde arıyor.
Peki yolun sonu yakın mı, tünelin ucunda ışık var gözüktü mü? Gökhan Hotamışlıgil orada bilimci temkinliliğiyle devreye giriyor: “Yolun sonunu görmek zor ama yolun en başında da değiliz... Bazı projelerde ilaç aşamasına doğru geliyoruz, yani insana yaklaşıyoruz, bazılarında orada değiliz henüz. Bir kısım projede tünelin ucunda bir ışık olduğunu görüyor, hissediyoruz. Bazı projelerde henüz ışık var mı yok mu, karar verebilmiş değiliz.”