Güncelleme Tarihi:
Pazar sabahı 06.00’da çalan alarm insanı bazı muhasebelere itiyor. İlki ekonomik: Şu anda bu maratonun iptal olması için ya da bu işe hiç kalkışmamış olmak için kaç para öderdim?
Bin doları bir çırpıda verdim, iki binde pazarlık uzadı. (Bu alanda rekorumu askerlikte kırmıştım: Hiç gelmemiş olmak karşılığında 2 milyon dolarla...)
Bir de insani boyutu var: Gitmezsem kime ne kadar ayıp olur?
Tüm olasılıkları, yastık ve yorganımla geçireceğim saadet dolu saatlerle tartıya koydum.
Ancak alarmın sesi giderek yükseldi.
Bu çalar saat buluşu, “Vakit nakittir” deyişini insanlığa kazandıran kör olasıca Cenevreli Kalvinistler’in medeniyete hediyesi. Bir insanı, o henüz uyanmaya hazır değilken uyandırmaya yarıyor.
Sonunda kalktım ve benim gibi, rahat batan 25 bin kişiyle Boğaz Köprüsü başlangıç noktasındaki yerimi aldım.
Start noktası absürt bir ortam.
Çarşaflılar, bayraklı gaziler, bal arısı kıyafetlisi, Gezicisi, turisti, çimlerde ısınanlar, toplu çiş seansları... Puslu bir hava, Tarkovski panoraması ama Fellini karakterleri...
Start’ı Kadir Topbaş ile Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç verdi Allahtan. Huzurlu ortama uydular, nutuk çekmediler.
Biber gazı, zehirli su ya da başka bir kimyasal saldırıya uğramadan koşuya başladık.
KÖPRÜ ÇÖKERSE NE YAPACAĞIZ?
Büyüklerimiz köprüyü imara açmayı, Boğaz’ı da doldurmayı henüz akıl edemediği için sağ tarafta manzara nefis.
Start’la birlikte kalabalık o tarafa yığıldı.
Her sene tartışılır “Bu kadar insan zıplarsa köprü yıkılır mı?” diye... Ancak mühendisler bunu hesaplamış olamazdı: Kitlesel selfie krizi!
Yüzlerce kişi uzaylılar tarafından ele geçirilmişçesine köprünün demirlerine yaslanıp manzaraya nazır selfie çekmeye başladı. Yarışı marışı bıraktılar. Öyle pozlar, öyle figürler gördüm ki...
Bale yapıp sıçraya sıçraya kendini çeken kızın bize doğru hareketlendiğini görünce adımlarımı korkuyla hızlandırdım. Salıncak gibi sallanan köprü yıkılırsa ne yaparım diye düşündüm. Taşa sütuna tutunayım diye debelenmeyip düşüşün tadını çıkarmaya karar verdim. Düşerken havada selfie çekecek temiz bin kişi çıkacağına kalıbımı basarım.
KÖPRÜDEKİ İLK CİNAYET
Narsisizmle gözü dönmüş kalabalıktan sıyrıldık ve Barbaros Bulvarı’na ulaştık.
Yokuş aşağı, huzurla Oslo Maratonu’nda gibi koşuyordum ki ülke gerçeği beni yakaladı. Ogün Samast ekolü bir genç elindeki Türk bayrağını zorla Elena’ya uzattı.
Elena koşarken bayrağı alamayınca adam arkasından “Ne oldu, hoşuna gitmedi mi? Atın lan bunu dışarı!” diye çığırmaya başladı.
“Ben gazeteciyim, medeni bir insanım, 40 yaşına geliyorum” diye içimden sayıkladım.
Ama ‘adamın bıngıldağına bir tane patlatıp bayıltsam, sonra rafine bir şekilde koşuya devam etsem’ opsiyonunu da ciddi şekilde değerlendirdim kafamda.
Birden gözümün önünde bir Reuters haber metni belirdi: “Journalist stabbed to death by ultra-nationalist in Turkish marathon (Aşırı milliyetçi genç, İstanbul Maratonu’nda gazeteciyi sustalıyla öldürdü)” “Sustalının İngilizcesi nedir, var mıdır böyle bir şey” diye düşünürken adam iyice arkada kaldı Allahtan.
CİHANGİR’E REZİL OLUR MUYUM?
Sahilde kalabalık arttı. Bando, alkışlar, halkla çak yapmalar...
Öyle gaza geliyorum ki acaba 10 yerine 15 kilometre mi koşsak diyorum. Elena kaygılı, “Dur, bakarız” diyor.
Kalabalık halinde sokakta yürümenin, koşmanın özgürleştirici bir yanı var. Arabalar içinde, koşturmada iyice yabancılaştığın şehirle ve diğer insanlarla müthiş bir temas kuruyorsun.
İnsanın içinde zaten olan, doğal bir kardeşlik, dayanışma ve mutluluk duygusu...
Kabataş’tan, Cihangir’den geçerken görüntüler, sesler tanıdık... Tabii Cihangir’de “Bizimkiler beni bu halde görürse yanarız” diye de düşünüyorum.
Bir duvarın üzerinde oturmuş sigara içen sarışın kızla yakışıklı Bertolucci karakterleri dışında kimseyi görmüyorum entelijansiyadan çok şükür.
BENİ EVRİM KURTARMIŞ!
Haliç’e doğru gerçek İstanbul başlıyor.
Sarhoşsuz şehir mi olur! Otobüs durağında uzanmış keyif yapan şarapçı baba, pestili çıkmış haldeki bana “Hadi neredesin ya! Seninkiler geçti” deyip gülüyor.
Ceylan gözlü Suriyeli mülteci çocuklar yolun ortasında koşturarak çak yapıyor.
Ve 10 kilometrelik finiş noktasında Elena’ya ‘15 kilometreye devam edelim’ işareti yapıyorum. Soldan diğer parkura geçiyoruz.
Daha önce hayatımda hiç bu kadar koşmadım. Çünkü aslında aklı başında bir insanım.
Çok sağlıklı biri de sayılmam. Bu işleri çok kafaya takandan tedirgin olurum. Fakat ayaklarım gayet maratoncu gibi koşuyor.
Sonra, neden ölmediğimi merak edip yaptığım araştırmalarda bunu milyonlarca yıllık evrime borçlu olduğumu keşfettim.
ATTAN DAHA DAYANIKLIYIZ
Galler’deki ‘İnsan Ata Karşı Maratonu’ bu alandaki en sinir bozucu müsabaka.
İnsan dört ayaklı birçok memeliden yavaş koşuyor. Ama uzun mesafede çoğundan dayanıklı. Çünkü terleme sayesinde ve az tüylü olduğu için vücudunu soğuk tutabiliyor.
Diğer tüylü hayvanlar uzun mesafede fenalık geçirirken biz maratonda atları bile geride bırakabiliyoruz. Galler’deki ‘İnsan Ata Karşı Maratonu’nda iki kez atları geçmişiz.
Bu özelliğimiz evrim sürecinde hayatta kalmamızı, et yiyebilmemizi sağlamış.
İlk insanlar bir geyiği yakalayacak kadar süratli değil ama açlık kafaya vurduğu için bela gibi kilometrelerce peşinden koşabiliyor.
Hayvancağız sonunda “Lanet olsun” diye canından beziyor.
Bu antipatik beslenme yöntemine antropologlar ‘ısrar avcılığı’ adını vermiş.
Bugün Afrika’daki Kalahari ve Meksika’daki Tarahumara kabilesi hâlâ avcılığın bu en ilkel yöntemiyle hayatta kalıyor.
Koşarken, insan vücudundaki en büyük kas olan gluteus maximus (popo kası) devreye giriyor.
‘Gluteus maximus korkusu’ vahşi hayvanlardan tabana kuvvet kaçan atalarımıza dayanıyor olabilir.
Maraton ise daha yeni bir hikâye. Şehirlerini Pers istilacılardan korumak için Maraton’dan Atina’ya durmadan 42 kilometre koşan Yunan kahramanlara dayanıyor.
12 kilometre sonunda artık yıpranıyorum.
Kimse benim sevgilime, şehrime saldırıya geçmedi ki ben böyle koşuyorum çizgisinde sorgulama, anlamsızlık hisleri başlıyor. Bu duyguya yeni tuhaf acılar eşlik ediyor. Sanki ayağıma tornavida saplıyorlar, ben tam ciyak ciyak bağıracakken çekiyorlar. Dizlerim bacaklarım taş gibi kasılıyor...
Bir ara etrafı siyah beyaz gördüm, renk gitti. Fakat buna sevindim. Bana huzur verdi o görüntü.
Ve nihayet finish’e ulaştım. İki saat 22 dakikada!
BİR SALİSE İÇİN BALIK YEMİ OLMAK
Elena, Türkiye ultra-maraton şampiyonu. 42 kilometre kesmediği için 100 kilometre ve üzeri koşan, koşarken de kuafördeymiş gibi aralıksız konuşan bir kişi.
Elena tüm kibarlığıyla benimle gurur duyduğunu söyledi.
Fakat ben “Seneye de 42 kilometreye hazırlanalım” teklifi getirince “Nyet!” dedi Putin netliğiyle.
Madalyamı taktım, trafik kapalı olduğu için can havliyle ilk vapura atladım.
Sonunda Beşiktaş’a vardığımda vapur karaya ulaşmadan iskeleye atlayan gözüpek insanları gıptayla izledim.
Rakiplerinin 0.1 saniye önüne geçmek için bedeninin halatlarla parçalanmasını, tekneyle iskele arasına sıkışıp gözlerinin yuvalarından fırlamasını, beyinlerinin balıklara yem olmasını göze alan o mert insanlara baktım.
Gerçek atletizm ruhu onlardaydı!
TEKERLEĞİ BULANA RAHMET OLSUN
Afrika’daki Kalahari ve Meksika’daki Tarahumara kabilesi 'ısrar avcılığı' ile hayatta kalıyor.
O kadar koştum ama sonucunda ödül olarak geyik filan yakalayamayınca bir boşluk oluştu bilinçaltımda.
Ben de ailemle kebapçıya gittim.
Aslan sütümü söyledim.
Önce o hayvandan bu hayvana sabırla koşan cefakâr atalarımızı, ama en çok da tekerleği keşfedip bizi türlü çileden kurtaran o muhterem ilk insanı rahmetle andım.