Güncelleme Tarihi:
Geçenlerde takside gidiyorum. Şoför (trafik durumu ya da durağının bağırtılarını açmak yerine) bir spor kanalını bangırdatıyor.
Benim futbolla ilgim; ezelden, nesillerden, doğuştan Beşiktaşlı olmak dışında, sıfır bu arada. Ve fakat duruma hâkim oldum, meğer Fenerbahçe’yle Trabzonspor arasında bir gerginlik varmış.
Şuymuş da büyük mesele; buymuş!
Yorumculardan biri ısrarla “İki taraf da durumdan prim oluyor” diyor. (Yani ‘prim’in ‘yapıldığının’ dahi bilinmediği topraklardayız.)
Bir diğer ‘yorumcu’ durdu durdu, patlattı görüşünü: “Ben hocama katılıyorum” dedi: “Baydı bu durum.”
Baymış!
Yorum, bu yani. Büyük patlatış!
“Lan, niye futbol yorumcusu olmadım ki?” oldum anında.
Zırnık anlamak gerekmiyor mevzudan.
Bir önceki şahsın top çevirmelerinden konuya hâkim olduğun gibi, şah mat’ı yapıveriyorsun.
Tek yapılması gereken vakti zamanında, doğru ilişki bezirgânlıklarıyla gereken mekâna postu sermiş olman!
Sonra, sonsuza dek orada eşelenebilirsin.
Ekranlarımızı abluka altına almış siyasi münazaralarda, ‘pseudo’ (sahte) münakaşalarda da durum böyle.
İsmini bir kez ‘Konuk Konuşmacılar Listesi’ne kaktırdın mı (tahtadan herhalde, liste) olay bitmiştir.
Ebediyete kadar ekranlardasın. Doya doya boz milletin sinirlerini!
GOOGLE ÂLİMLERİ
Cennet Vatanımız’da unutulan iki bariz hakikat var:
1) Kaliteli tartışmalar aşağı yukarı hemfikir olanlar ama esas olarak, rasyonalitenin topraklarında ikâmet edenler arasında cereyan eder.
2) “People are interested in you, when you are young.” (İnsanlar, gençsen seninle ilgilenirler.) Rose Kennedy’nin müthiş lafı.
Nüfusunun bu denli büyük bir kısmı gençlerden oluşan toplumumuzda, gençlerin neden bu kadar az temsil edildiği de merak edilesidir.
Tedavülden kalkması gerekenler bir türlü kalkmıyorlar; ne tedavülden ne de sofralarımızdan.
Alabildiğine iştah kapayıcı.
Hülya Avşar’ın (eski kocasının iş takibini yapmak için) TRT’nin bilmemne müdürünü arayıp da, ulaşamayınca sekreterine girişmesi son derece mantıklı yani.
Kaya Çilingiroğlu spor yorumculuğu yapmasın da ne iş yapsın? Değil mi ama?
Google’dan gugladıklarıyla “Ben Ermeni meselesine hâkimim” vesaire diye zırvalayanlara ‘Google âlimi’ diyorum ben.
Bir de ‘Münazara Âlimleri’ var. Onlara âlim de bir, âlem de.
Yeter ki; kanal kanal, kapı baca, pencere menteşe dolaşıp ha bire şişelerden, köşelerden tavşanın suyunun suyunun suyu görüşlerini bizlerden esirgemesinler!
Çok yavaş, tek tek’leyerek, çok dolandırarak konuşmaları da cabası.
“Madem ki davet edildim, ekranı mümkün olduğu kadar uzun ve fuzuli meşgul edeyim” tarzı bir sosyal sorumluluk krizinde yaşadıklarını farz ediyorum.
Bu yüzden “Futbolda da başarısızız, dış ilişkilerde de!” diye dövünmemizin faydası yok.
Dövünmüyoruz da zaten. (Ben dövünüyorum.)
Feci şekilde düşünmüşümdür: Bu topraklardan niye hakiki bir başarı çıkmıyor, bir alanda, bir nebze dahi olsun diye, diye, diye.
Bir tek hangi alanda mütemadi dünya birinciliğimiz var; biliyor musunuz?
İftira, komplo ve palavra alanında. (Üçünü yuvarlayıp bir alana hapladım.)
Bir ara ciddi ciddi “George Clooney Ayhan Işık’ın oğlu mu?” diye haberler çıktı gazetelerimizde.
Meğer, Ayhan Işık kısacık bir zaman Hollywood’a gitmişti ya. O zaman George Clooney’nin annesi ve babasıyla görüşmemiş miymiş?
Yani gayrimeşru bir ilişkiden George Clooney’i Ayhan Işık’a bağlamak dışında bir ümidimiz, faziletimiz, beklentimiz yok hayattan.
“Clooney’nin doğum tarihiyle, Ayhan Işık’ın orada olduğu yıllar tutmuyor” deyip, içinizi rahatlatayım.
O yakışıklı bizim (gayrimeşru) çocuğumuz değil yani! Ama böyle bir olasılığın ümidi içinde debelenmenin acıklılığı bir yana; kafamızın sırf bu tarz hinliklere koşullu olmasına ne diyeceksiniz?
Tek dünya çapında başarımız olan Orhan Pamuk’un Nobel’ini de beğenmedik de benimsemedik.
Evet, bizden değil! Uzaylı bir tip.
Tabii bir de Instagram’da, Twitter’da yaşayanlar var. Özel fotoğrafçılarıyla! Gülben Ergen hamile kalırsa ultrasonografisini Nihat Odabaşı çeksin mesela.
Orada var olup, orada soluk alıp verip, orada sürek avına çıkıp, yalnızca orada yaşıyorlar. Hakiki bir hayatları yok esasında. Çok tuhaf ve acınası. Belki de normal ve ‘norm’ bu. Çabuk bir boşalma, tatmin, yalnızlık korkusu.
Son zamanların flaş karakteri, Nur Yerlitaş’ın ‘O Tarz Benim’de mütemadiyen sergilediği surat ifadesi, birden meşhur oldu; patladı ya.
Bayılıyorum o ifadeye!
Bu topraklarda birbirimize duyduğumuz hislerin, harikulade bir özeti esasında.
‘Ağlayan Çocuk’a da Fatih Terim’in suratına da yapıştırıyorlar caps’lerde ve nasıl da, nasıl da yakışıyor!
Nur Yerlitaş’ın giyimini kuşamını, zarafetini, asaletini görüyorsunuz ekranlarda.
O başkalarının stiline laf etmesin de kim etsin?
O uzman olmasın, stil konusunda ahkâm kesmesin de kim kessin?
Aynı şekilde: Fatih Terim milli takımı yönetmesin de kim yönetsin?
Yılda 3 milyon 675 bin Euro ona ödenmesin de, kime ödensin? Yedi yıl boyunca hem de!
Her ikisinin de yüzünde aynı ifade.
Biz bu ifadeye bayılıyoruz. Müptelasıyız. Hastasıyız.
Başakşehir’deki (kuş uçmaz, kervan oynamaz) stada Fatih Terim Hocamız’ın adını boşuna mı verdik?
Hani, şimdiki Cumhurbaşkanımızın üç gol mü ne attığı, Acun’un düzenlediği promosyon maçını ne diye düzenledik şerefine?
Takım arkadaşlarının ağzına tabanca dayayan bir futbolcudan, bir mazlum yaratmaya muktedir Fatih Terim’i boşuna mı ‘İmparator’ belledik? Başımıza bunca yıldır taç ettik?
Tüm bu hor gören, çemkiren, nemrut, alabildiğine sevimsiz yüz ifadelerinin bir yetkinlik, otorite, bilgelik ve güç içerdiği sanrısıyla yaşamak istiyoruz.
Hatalarımızda ısrarcıyız, kararlıyız; alabildiğine bağlı, bağımlıyız.
Neden?
Bunca iç ve dış başarısızlık, hezimet, yanılgı; bu denli hiçbir alanda (böbürlenme, atıp tutma, küçük ve büyük dağları yarattığını sanma dışında) varolamama hali bizlere yetmedi mi?
Yetmeyecek mi?
Yetmez mi yani??