Güncelleme Tarihi:
18 yaşında ayrılmıştım Gaziantep’ten, ama bağım hiç kopmamıştı. Hiçbir zaman yerine başka bir şehri koymamıştım. İstanbul, Moskova, Berlin, Londra, Atina, Prag... Nice güzel şehirler görmüş, nice bilge şehirlerde yaşamıştım; üstelik hepsi de çok iyi davranmıştı bana, hepsi de kucağını açmıştı, hep iyi anılar bahşetmişlerdi. Ama Gaziantep, ama doğdum şehir, başkaydı. İlk aşk, ilk heyecan, ilk hüzün, ilk umut, ilk hayal kırıklığı dersem, eminim anlarsınız bu tutkuyu. Her yıl gidiyordum Antep’e, ayaklarım topraklarına basmazsa, alnım suyuyla serinlemezse kendimi mutsuz hissediyordum. Oysa değişmişti Antep, sadece sokaklar, meydanlar, evler, ağaçlar, kuşlar, börtü böcek değil, insanlar da değişmişti. Hem de gözlerimin önünde olmuştu bu değişim. Şehre her gidişimde içim sızlayarak izliyordum olan biteni. Şehri, şehir yapan o canım kültür ağır ağır değil, hızla yok oluyordu. Komşuluk, dayanışma, saygı, engin gönüllülük yani insanın insana verdiği o değerler silsilesi eriyip gidiyordu. Başka diyarlardan, mezralardan, köylerden, kasabalardan insanlar geliyordu. Terör yorgunu, işsiz, çaresiz, muhtaç insanlar. Herkes gibi, hepimiz gibi onlar da daha iyi bir hayat istiyorlardı.
AMAÇLARI MUTLULUĞU YASAKLAMAK
Gaziantep misafirperverdi, cömertti, zengindi, ama bu kadar insanı kaldıracak gücü yoktu. Zaten ne gelenleri mutlu edebildi ne de eski kimliğini koruyabildi. Anteplilik, tıpkı İstanbulluluk gibi hatıralarda kalmış bir anılar bulutuna dönüştü. Ama bu acı hakikat bile, şehrimi tümüyle yitirdiğim duygusunu uyandırmamıştı bende. Evet, ta ki o düğün gecesi, o korkunç bomba patlayıncaya kadar.
20 Ağustos’ta patladı bomba. Artık sayıları oldukça azalan bağlarda üzümler tatlanırken, fıstıklara ben düşerken, cevizler koza dönüşürken... Şehir gündüzleri hâlâ cehennem gibi sıcak ama geceleri kırlardan esen rüzgârlarla belli belirsiz serinlerken... Gaziantepli kadınlar hayat adını verdikleri bahçelerinde kış için salçalıklar, kuruluklar hazırlarken...
Bu, ilk patlayan bomba değildi Gaziantep’te... Suriye belasına bulaştığımızdan beri musibet eksik olmuyordu şehrimizin başından. Ama ilk kez bir düğünde patlatılıyordu bomba, kadınların, çocukların arasında. Amaçları mutluluğu yasaklamaktı, yaşama sevincini silmekti insanların gözlerinden, gülümsemeyi çalmaktı dudaklarından. Hedef insanlardı, sıvasız boyasız evlerde yaşayan, yoksul, çaresiz, günü gününe kazanan, günü gününe tüketen ama her şeye rağmen yaşamayı sürdüren inatçı insanlar. O insanların yaşadığı dar sokaklardı hedef, eğri büğrü caddeler, ağaçsız meydanlar, okullar, hastaneler... Evleri, sokakları, meydanları, ağaçları, kuşları, çilekeş halkıyla koca bir şehirdi hedef.
Evet, hedef Gaziantep’ti, ki Mezopotamya onunla başlardı. İnsanlığın ilk yerleştiği yer, taşın alete çevrildiği ilk mekândı burası. Hititlerin Kargamış’ı, Yesemek’iydi, Antik Yunan’ın gizemli Dolichenos’u, Roma’nın ihtişamlı Zeugma’sıydı, Bizans’ın Rum Kalesi. Hayatı güzelleştiren sanat bu kayalara, bu taşlara nakşedilmişti herkesten, her yerden önce. Paganlıktan Hıristiyanlığa geçiş bu tepelerdeki tapınaklarda gerçekleşmişti. İpek Yolu’nun çatağında ışıltılı bir kervansaraydı şehir, Fırat’ın kenarında devasa bir kale, Suriye’ye kadar uzanan bereketli bir ova.
ŞEHRİN MUHTEŞEM TARİHİNİ BOMBALAMAK
Yeryüzünün ilk büyük savaşı, Kadeş buradan yönetilmişti. Büyük İskender’in ordusu bu topraklardan geçmiş ve miras olarak Zeugma Antik Kenti’ni bırakmıştı bizlere. İskender gitmiş Roma İmparatorluğu gelmiş, şehir biraz daha güzelleşmiş, hemşerilerimiz biraz daha ustalaşmıştı yaşamakta. Evet, şehirden bir köprüydü Zeugma Doğu’yla Batı arasında. Aynı zamanda bir aşk armağanıydı, Kral Selevkos’un karısına adadığı. İnsanlık kültürünün bilgelik ağacı, çağdaş dünyanın ta kendisiydi. Villalar, muhteşem mozaikler, heykeller... Filozoflar, şairler, hikâye anlatıcıları... Ve biraz aşağıda, Fırat kenarında taştan oyulma bir yüzük gibi mağrur duran Rum Kale. Ve Kale’nin gizemli odalarında İncil’i çoğaltan havari Yuhanna. Ve çok daha sonra İmparator Justinyen. Evet Ayasofya’yı yaptıran Doğu Roma İmparatoru Justinyen ve onun talimatıyla bugünkü görkemine ulaşan Antep Kalesi. Ve dönen tarihin çarkı, Arap istilası, Selçuklu sipahileri ve Osmanlı orduları... Sokaklarda ilahi birer süs gibi döne döne gökyüzüne uzanan burmalı minareleriyle camiler. Elyazmaları kitaplarla, âlimlerin fısıltılarıyla, kulaktan kulağa, dilden dile yayılan bilginin mekanı gölgeli medreseler. Yüzlerce yıl ticaret erbabına mekân olan kırk odalı hanlar. Kalın taşların, kurşun kubbelerin altında suyun sırrını fısıldayan taştan hamamlar... Ve Kurtuluş Savaşı... Ve direniş günleri. Ateşe, kurşuna, kılıca bedenleriyle karşı duran Ayıntaplılar... 11 ay boyunca düşman kuşatmasına karşı direnen bir şehir. Aç kalan, bombalarla parçalanan, süngülenen ama boyun eğmeyen, gözükara, yüreği pek, inancı kavi Gaziantep. Evet, o bombayı patlatanların hedefi Gaziantep’in bu muhteşem tarihiydi işte...
DAHA BİLGE BİR ŞEHİR
O meşum gecede, kadınları, çocukları, insanları öldürenler, Hitit, Antik Yunan, Pers, Roma, Selçuklu, Arap, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti kültürlerinin hemhal olmasıyla vücut bulan bu çok sesli, bu çokkültürlü şehri yok etmek istiyorlardı aslında. Geçmişiyle, bugünüyle, umuduyla birlikte bu kadim medeniyeti o sinsi gecenin karanlığına gömmek istiyorlardı. Tek ses, tek kültür, tek renk egemen olsun, kültürümüz fakirleşsin, çölleşsin, binlerce yıldır süren o canım şehir hayatı son bulsun diye...
İnsanlar gibi şehirlerin de hafızaları vardır. Ve bir şehrin hafızasında ne kadar çok olay varsa, tıpkı insanlar gibi o şehir de bilgeleşir. 20 Ağustos gecesi o bombayı patlatanlar, şehrimizin hafızasını silmek istiyorlardı ki, o hafıza bu şehirde yaşayanların anılarının toplamıdır. Duyduğumuz ilk ninni, çocukluğumuzun geçtiği sokak, ilkokulumuz, ilk arkadaşımız, ilk sevgilinin bakışındaki utangaç eda, ilk kavgamız, patlamış dudağımızdan akan kan, gururla sıkılan yumruk, dedemizin mezarı, babamızın sakalına düşen ak, annemizin hiç eksilmeyen şefkati. Ve bütün bunları kocaman bağrında taşıyan bir şehir. Vatan denildiğinde akla gelen ilk yer. Doğduğum yer, benim güzel Gaziantep’im...
ANTEP’İ ALMAK İSTEDİLER BİZDEN
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar” diye yazmıştım son romanımda ve eklemiştim. “Ölüm şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir.” O bombayı patlatanlar şehrimizi almak istediler elimizden. Sadece evlerimizi, sokaklarımızı, meydanlarımızı, okullarımızı, ibadethanelerimizi almak değil, bizi biz yapan kültürümüzü; gülümsememizi, konuşmamızı, öfkemizi, sevgimizi... Bizi biz yapan Antep’i almak istediler bizden. Ama başaramadılar, ama başaramayacaklar. Binlerce yıllık emekle, dayanışmayla fedakârlıkla, kahramanlıkla, güzellikle kurulan bu şehir yine kendini savunacak. Çoksesliliğe, çokkültürlülüğe, farklılıklarımızla birlikte yaşama geleneğine, kardeşliğine sarılarak yaratmayı, üretmeyi, ayakta kalmayı sürdürecek. Ki, bizden binlerce yıl sonra gelenler, tıpkı bizim binlerce yıl önceki hemşerilerimizin yaptıklarına bakarak övündüğümüz gibi bu kara günleri birbirlerine bir kahramanlık hikâyesi, bir direnç abidesi olarak anlatarak, Gaziantep’le gurur duymayı sürdürecekler...