Güncelleme Tarihi:
Sizi uzun süredir sahnede görmüyorduk. “Özlüyorum ama oynamam şart değil, oyunun bir parçası olayım yeter” diyordunuz...
- Özlüyordum ama pek tercih ettiğim bir şey değildi. Bu sefer öyle denk düştü.
Dizilerde oyunculuk yapmanın yeterli gelmemesi, ülkenin, dünyanın içinde bulunduğu durumla ilgili söz söyleme ihtiyacı gibi bir sebepten mi?
- Oyunların yönetmenliğini yapmayı daha çok seviyorum. Bir şeyleri kendi inisiyatifimle şekillendirmek hoşuma gidiyor. Ama bu sefer diğer oyuncuların zamanlamaları yüzünden koşullar beni sahneye iteledi. İyi de oldu. Şikayetçi değilim. Sahnede olmak da çok keyifli.
Oyunda Birleşmiş Milletler’de çalıştığını söyleyen bir Şeytan’ı canlandırıyorsunuz. Siz de uluslararası kuruluşlarla ilgili yazar gibi mi düşünüyorsunuz?
- Uluslararası ilişkiler tuhaf... Tuhaflığı şuradan geliyor; uluslararası ilişkilerde hep ‘Önemli olan çıkar ilişkisidir’ denir. Ülkelerin kendi çıkarlarını açıkça her şeyin üstünde tutmaları çok sert... Naif bir şey söyleyeceğim şimdi; siz neden kapı komşunuzla ilişkinizi çıkar üzerine kurasınız ki? Paylaşmak üzerine kurarsınız... Çünkü paylaşmanın getirdiği bir güven vardır, haz vardır... Ulusların birbirleriyle ilişkileri neden buraya evrilmiyor? Bunun çok tanıdık ve acımasız cevapları var. Çıkar dediğiniz şey; içinde kurnazlık, plan ve strateji saklarken, paylaşmak dediğiniz şeyde çok daha naif, dürüst, anlamlı şeyler vardır. Ahlak vardır... Birleşmiş Milletler de uluslararası ilişkilerin merkezinde bir örgütlenme olarak bu ilişkilerin bir parçası.
Oyun bugün yaşanan küresel krizi tersine çeviriyor; gün geliyor, bu kez Avrupalılar botlara biniyor ve Doğu’ya gitmeye çalışıyor. Ne düşünüyorsunuz yazarın bulduğu bu fikirle ilgili?
- Zinnie’nin hikâyeciliğinde çok büyülü bir şey var. O büyülü şeyi iç dünyasından bulup çıkarıyor. Bu hikâye de en sevdiklerimden biri. Çünkü Zinnie bu hikâyeyi kendi endişelerinden kazıyıp çıkarıyor. Biz hikâyedeki fikrin üstünü “Bize bir şey olmaz”la kapatıyoruz. Ama o, kabuk kabuk soyup ortaya koyuyor. Üstelik Zinnie bu metni yazdığında Suriye’den mülteci hareketi daha başlamamıştı. Kehanet gibi oyunlar yazan biridir Zinnie.
DOĞAYA VE ONUN İYİLEŞTİRME GÜCÜNE İNANIYORUM
Karakterler; “Saçmalama biz Avrupalıyız, bize bir şey olmaz”, “Biz zamanında o kadar ‘yardım ettiğimiz’ ülkeler de şimdi bize yardım eder herhalde” diyor. Nasıl buluyorsunuz bu Avrupalı tavrını?
- Bence Batı fikrinin en önemli tarafı; olan bitene, hayata, tarihe, sosyolojiye kuşbakışı bakabilme yetenekleri, esneklikleri... Ama her şeyin çok kırılgan olduğu bir dönemden geçiyoruz. Amerika’da, Avrupa’da demokrasinin ne kadar kırılgan olduğunu görüyoruz. Ben bu zor dönemden çok büyük dersler alınacağını düşünüyorum. Bizim ülkemiz de alacak bence... O yüzden gidişattaki bu sersemleme dönemini olumlu buluyorum. Çok şiddetli bir travma yaşıyor insanlık. Ama bu travmadan çıktıktan sonrası -biz görür müyüz görmez miyiz bilmiyorum ama- çok daha olumlu olacaktır. Savaşlar, çatışmalar, kavgalar, gürültüler doğanın bizi itelediği, zorladığı alanlar. Mücadele arkasından aydınlık, arkasından yine mücadele... Evrim sürüyor. Yürüyoruz işte ya... İnsanlık böyle böyle yürüyüşünü sürdürüyor. Tersine Evrim’e inanmıyorum. Doğaya ve iyileştirme gücüne inanıyorum.
Aydınlık günler yakın mı peki?
- Yakın değil maalesef. İnsan ömrü ölçüyse eğer... Mutlak bir mutluluktan söz etmek de elbette mümkün değil. Bunun farkında olmak ve hayatlarımızı, küçük mutlulukların ne kadar önemli olduğunu bilerek yaşamak lazım. Bir zamanlar para ekonomisi konuşulurdu, şimdi mutluluk ekonomisi konuşuluyor. Çok para kazanmanın insanı mutlu etmediğini sonunda anlayabildiğimiz çağdayız. Para da evrim geçirdi ve gücünü kaybediyor. Yerini ne alır bilinmez; bilgi belki...
BEN TELEVİZYONDA BİR ‘PLAZA ÇALIŞANI’YIM
Oyunda ‘şehir insanı’nın ihtiyaç duyguları bilgileri ‘hap’ haline getiren “Nasıl soğuk odada üşümeden durulur”, “Ablanıza onu sevdiğinizi nasıl söylersiniz”, “Plastik bir botta nerelere tutunmak gerekir”, “Nefesinizi nasıl tutarsınız” gibi isimleri olan kitaplarla dalga geçiliyor. Modern insanın bu arayışı ne ifade ediyor sizin için?
- İnsanların bilgiyle ilişkisinde çok ciddi problem var. Sadece bizde değil, Batı’da da öyle... Yüzeysel kılavuzluklarla sıradan hayatlarımızı yönetebiliyoruz. Derinleşmemekle hata ediyoruz. Vasata mahkûm oluyoruz. Televizyon da bu yüzeyselliğin bir enstrümanı. Eğer doğru kullanılsaydı, insanlık bugün çok başka bir yerde olurdu. Muhteşem bir enstrüman olmasına rağmen çok yanlış sesler çıkarıp insanı huzursuzluk ve tedirginliğe mahkûm ediyor.
Siz de dizilerde rol alıyorsunuz...
- Ben bir ‘plaza çalışanı’yım televizyonda... Kendimi kandırmıyorum; yaptığım işin sanat olmadığını biliyorum. Tek sermayem olan emeğimi satıyorum, karşılığında hayatımı sürdürüyorum. Emeği küçümsemeden, disiplinle işimi yapıyorum. Mümkün olduğu kadar dürüst işlerde yer almaya çalışıyorum.
‘İNSAN’I PAZARLIK MALZEMESİ YAPAMAZSIN
Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye’nin ve diğer ülkelerin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Mültecilik, göç etme, göçe zorlanma, savaştan kaçma... İnsanlık tarihi tekrar tekrar yaşanan bu utanç hikâyeleriyle yazılmış. Politikacılar bu dramatik hikâyeleri silaha çevirmekten hiç bir rahatsızlık duymuyor. Savaştan, açlıktan, ölümden kaçan insana kapını kapatamazsın. Her kültürün ahlakında, geleneğinde bir kural olduğunu düşünüyorum bunun. Kapıyı açtıktan sonra da bunun sorumluluğunu taşırsın ve ‘insan’ı pazarlık malzemesi yapamazsın. Bu insanlar üzerinden şantaj yapamazsın. Kendi halkına ve içeri aldığın halka karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorundasın. Politikacı olarak işin bu. Çok zor elbette; 80 milyonluk memlekette 3.5 milyon mülteci. Bütün her şeyi bir kenara bırakıp önce bunu çözmek zorundasın. Kendi adıma; insanın acı çekmesini kabul edebilecek, görmezden gelecek, kazanç kapısı olarak hesaplar yapacak bir vicdanım yok.
OTOSANSÜRLE BOĞUŞUYORUZ
Türkiye’da sanat yapmak hiçbir zaman çok kolay değildi sanırım ama giderek de zorlaşıyor sanki. Son yıllarda hayatınızda bu anlamda neler değişti?
- Otosansürle boğuşuyoruz ve maalesef çok zorlanıyoruz. Yola “Otosansürü yıkmalıyız” diye çıkmıştık. Büyük ölçüde yıkmıştık da, çok yol almıştık... Ama bugün bu noktadayız. Bu çok tedirginlik verici.
DOT, 10 yıl önce oynadığı oyunları bugün oynayamaz mı?
- Zorlanır. Dilden kaçmıyoruz. Politik olarak köşeye sıkıştırmamaya çalışıyoruz kendimizi. Evrensel olan doğruların kimse tarafından tartışılması söz konusu olamaz zaten. Ama biçimde sınır koyma ihtiyacı duyuyoruz. Huzursuz zamanlardayız. Koşullar 10-12 yıl önce de çok iyi değildi. Şimdi iyice zorlaştı. Biri çıkıp “Size kim karışıyor ki” diyebilir. Ama ötesine geçti, artık insanlar sokakta kendini güvende hissetmiyor. Özellikle kadınlar... Nefret suçlarını cesaretlendirdildiği bir ortamda yaşıyoruz. Politikacılar dolaylı destek veriyor. Cezalar caydırıcı olamadığı için desteğe dönüştü. Halkın bir kısmı holiganlaştı. Bu da son derece rahatsız edici. Çok büyük ahlaki erozyon var. Tolerans çok azaldı.
Ekonomik olarak bir şeyler değişti mi?
- Biz zaten devletten hiç destek almadık. Değişen şu oldu; bir tiyatroyu çevirmek zorlaştı. Ama yapmaktan ve yaptığımız şeyi paylaşmaktan haz duyduğumuz için devam ediyoruz. Bir gün kaldıramayacak hale gelirsek yapmayacağız. Bu kadar çorak bir toprakta bir tiyatronun dahi kapanması büyük bir kayıptır. Bilimin, sanatın, felsefenin yeşermediği bir memleketin yol alması mümkün değil.
Öte yandan, sanat, bu zor zamanlarla besleniyor olabilir mi?
- Doğru. Nefes aldığınız yer neresiyse orada yaşamaya başlıyorsunuz. Sanata, bilime sığınıyorsunuz. Üç-beş sene sonra, nefes alır hale geldiğimizde bugünlerin ürünlerini toplayacağız. O zaman fışkıracak bu dönemin hikâyeleri. Şimdi herkes kenarda hikâye biriktiriyor.
Siz yazıyor musunuz?
- Hayır. Yazmak başka bir disiplin, çok ciddi çalışmayı gerektiriyor. Benim önce her şeye kuşbakışı hâkim olmam, ondan sonra derinleşmem lazım. Bu da üç-beş yıl demek... Öyle bir kontrol deliliğim var. O olgunluğa erişmediğimi düşündüğüm için yazmaya çalışmıyorum.
Onun dışında ülkede ve dünyada son aylarda olan bitenden nasıl etkileniyorsunuz?
- Artık mümkün olduğu kadar haber televizyonlarıyla ilişki kurmamaya gayret ediyorum. Müzikle ve kitaplarımla vakit geçiriyorum. Sosyoloji, araştırma, felsefe kitapları okuyup dünyayı anlamaya çalışıyorum. Zaten bir süre sonra okuduklarım çalıştığım oyunların temeli haline geliyor. Şimdi bir oyun için felsefe kitaplarına dalmış durumdayım. Okumak iyi geliyor bana.
ÇOK ÖFKELİYİZ, ÇOK HAKSIZLIĞA UĞRADIK, ÇOK CANIMIZ YANDI...
Yanlış hatırlamıyorsam, oyunda şöyle bir replik vardı; “Eskiden insanlar daha nazikti. Ya da değillerdi, biz bir rüya gördük…” Hangisi?
- ‘Eskiden’, o kadar tuhaf bir kelime ki... Dün mü? Geçen yıl mı? Geçen yüzyıl mı? İnsan ömrü iniş-çıkışlarla geçiyor. Kötü bir zamandan geçtiğimiz kesin. Ama bu sefer yalnız değil, hep birlikte kötü bir dönemden geçiyoruz. Nezakete en çok şimdi ihtiyacımız var çünkü acılarımızı hafifletecek olan o. Çok öfkeliyiz, çok haksızlığa uğradık, çok canımız yandı... Ama bu kısırdöngüden çıkmanın tek yolu nezakete geri dönmek.