Güncelleme Tarihi:
Bir yılbaşı, işyerinde arkadaşlarla para topladık, 10 tane çeyrek bilet alacağız. Parayı bana emanet etti, zavallılar, “Serdar sen al biletleri” diye, anlatamadım ki ben alırsam havayı alırsınız. (“Havayı” demedim tabii ki, daha uygun bir tabir buldum da şimdi hatırlamıyorum.)
Neyse, o bayi senin bu bayi benim çeyrek bilet arıyorum, yok, bitmiş... Ancak 8’lik bozuk bir seri bulabildim sonunda. 8 tane çeyrek bilet aldım...
Ve tabii, Yılbaşı çekilişi yapıldı, büyük küçük ikramiye çıkmadığı gibi, amorti kazanan iki numara da... benim biletlerimde olmayan numaralardı.
Sayısal’da da durum daha parlak değildir. Bir kuponda sıfır çektiğim sık görülmüştür.
Onun için MP bileti almam... ve ikramiye sonuçları açıklanınca da “Heyt, bilet almadım, iki milyon kazandım” diye teselli ederim kendimi.
Ama bu sefer rakam büyük.
İşi bitirecek cinsten...
Her gazeteci gibi ben de 1 Ocak sabahı, büyük ikramiyeyi kazanmış olarak, Yazı işleri toplantısına girmeyi hayal etmişimdir zaman zaman.
Bu espri her işyerinde yapılır herhalde... Hani patrona, “Oğlum Ahmet, şuradan bir çay kap da gel koçum!” deme zevki...
*
Ayrıca bir kusurum var benim, büyük ikramiye 10 trilyonsa, illa da 10 trilyon ister, hayalini ona göre kurarım. 9 trilyon bile kesmez artık beni...
Onun için Deniz’in babası, e-dostum Rasim Duran’ın anısı bana çok tanıdık geldi.
Diyor ki:
*
Yıllar önceydi, İstanbul’da işe yeni başlamışım. Bir gün ofiste müdürün yokluğunu fırsat bilip geyip muhabbeti yapıyoruz. Konumuz Yılbaşı gecesi çekilecek büyük ikramiye, yalan olmasın ya 20 ya 25 milyon lira. O zaman için bir rekor. Maaşlarımızın taş çatlasa 100 bin lira olduğu günler.
Her kafadan bir ses çıkıyor, her birimiz para bize çıkarsa neler yaparız, atıp tutuyoruz.
Birisi diyor ki “Paranın yarısı bana çıksa, Boğaz’da bir ev alırım. 10 milyon peşin veririm, gerisini 20 yılda öderim...”
Bir diğeri “Dörtte biri çıksa bana, araba alırım, bir de küçük bir deniz motoru, ha bir de minik ev. Biraz borçlanırım ama olsun... Zamanla öderim.”
Muhabbet böyle sürer giderken bir şeyi fark ediyorum birden:
Hiç birimiz (şansımız kaçmasın diye belki de) paranın tamamı üzerine hayal kurmuyoruz, ya yarısı, ya çeğreyi... Kendimizi ve hayallerimizi bununla sınırlıyoruz.
Yani ne yapsak, sonunda borçlanıp 20 sene taksit ödüyoruz.
“Arkadaşlar, diyorum, madem bir hayal kurduk, sonuna kadar gidelim. (Boşuna iyi anlaşmıyoruz Rasim bey dostumla!) Niye paranın tamamı bize çıkmasın? Niye illa borçlanalım?
Bir iki homurdanan oluyor.
“Sen zaten hep böyle yapıyorsun! İlla herşeye bir kulp takıp hayallerimizi berbat ediyorsun.”
Muhabbet bozuluyor, herkes işine dönüyor.
O günkü geyik muhabbeti peşimi bırakmıyor, bütün gece düşünüyorum: Kendi hayallerimizin ne kadar kısıtlı olduğunu, o kıskacın içine sıkışıp kaldığımızı...
Değişmeye karar veriyorum. Ve değişiyorum zaman içinde. Ayaklarımı yerden kesmeden, hayallerimi özgür bırakıyorum. Bu sayede de kendi potansiyelimi fark ediyorum.
Bugün, o günleri düşünürken ve Deniz oğlumla oynarken, onun en olmadık şeyleri hayal etmesi beni mutlu ediyor. Onun en uçuk hayallerine ben de katılıyorum. Onları paylaşıp, en ucuna kadar götürmesini, götürürken de hayallerle gerçeklerin zaman zaman aynı çizgide buluşabileceğini anlatmaya çalışıyorum.
*
Çok güzel anlatmış Rasim bey dostum aklımdan geçenleri.
William Faulkner’in sözüdür: “Gerçek bilgelik, peşinden giderken gözden
kaybetmeyecek kadar büyük hayallere sahip olmaktır!"
Gerçi Millî Piyango için söylememiştir Faulkner bu sözü ama, olsun!
Sizin hayalleriniz var mı?
10 trilyon yeter mi?