Güncelleme Tarihi:
Müzik
MICHAEL BUBLE ***
CHRISTMAS
Reprise / EMI
Çoğunluğu istemediği işlerde, sevmediği insanlarla birlikte ‘mecburen’ çalışan sözüm ona modern metropol insanlarından oluşan çevremizin, ego tatmin araçlarından biri ‘eğlenme’ güdüsünü olabildiğince abartılı yaşamaktır. Etrafınıza şöyle bir bakın, Twitter’a veya Facebook’a girin, herkes ne kadar da ‘eğleniyor’ değil mi? Noel dönemlerinde de bu anlayış tavan yapar: ‘Yılbaşında ne yapıyorsun? O gece bir yerlere gidip çılgınlar gibi eğlenmeyecek misin yoksa? Aaa ne kadar da sıkıcısın!’ vb. Her neyse... Bu saçma bakış açısını geçelim. Siz siz olun, yılın son gecesini olabildiğince iyi geçirmeye çalışın ama hiçbir şey için kendinizi mecbur hissetmeyin, hiçbir şey için zorlamayın, kasmayın. Mesela Grammy ödüllü Kanadalı müzisyen / oyuncu Michael Buble’ın bu Noel konseptli albümünü alın hemen, o geceye bu albümle hazırlanın. Yılbaşı atmosferinin her yanımızı sardığı bu günlerde, yağan karın süslediği sokağı pencerenizden izlerken mırıldanabileceğiniz, sakince içinizi ısıtacak şarkılarını bir araya toplayan Michael Buble’ın sesine kulak verin. Christmas ruhunu gayet iyi yansıtan bu albüm; ister kahvenizi yudumlarken, ister arkadaşlarınızla sohbet ederken soğuk kış günlerinize eşlik edecek. Şimdiden mutlu yıllar...
AYHAN SİCİMOĞLU ***
EN ESTAMBUL
Müzikotek
MFÖ’nün MFÖ olmadan önceki hâli diyebileceğimiz İpucu Beşlisi’nde yer alan, daha sonraları MFÖ’nün ‘Sen Neymişsin Be Abi’ ile ‘Deli Deli Kulakları Küpeli’ şarkılarını ithaf ettiği ve Türkiye’nin en önemli perküsyon üstatlarından Ayhan Sicimoğlu, Latin müziği denildiğinde akla gelen ilk isimlerdendir. ‘Friends & Family’ adlı ilk albümünde arkadaşları ve ailesiyle bir araya gelip koleksiyon değeri yüksek bir CD ile karşımıza çıkmıştı. Bu sefer ekibine yabancı müzisyenleri ve diğer tarzlardan yerli sanatçıları da dâhil etmiş. Her şarkı, Sicimoğlu’nun ‘büyülü şehir’ dediği İstanbul’u yansıtıyor. Serdar Ortaç isyan ve umudu, Burcu Güneş mutluluğu ve Sibel Tüzün de buluşamayan sevgilileri seslendirirken Ayşe Sicimoğlu klasik müzik dünyasında var oluşumuzu, Esin İris gençliği ve yaratıcılığı, Banu Kunt ise Ayhan Sicimoğlu’nun iç dünyasını yansıtıyor. Armando Miranda ve Rodrigo Rodriguez müziğin ortak bir dil olduğunu vurgularken Hüsnü Şenlendirici, Mustafa Olgan, Balık Ayhan ve diğer müzisyenler de enstrümanların çeşitliliğini ve ahengini temsil ediyorlar. Ayşe Çelem’in illüstrasyonları ile hayat verdiği eğlenceli kartonetinde şehrin tarihi dokusunu hissedeceğiniz bu albümü, Latin müziği sevenlere öneriyorum.
LUXUS ***
Bİ’ LAREYA
Anadolu Müzik Yapım
“Hayat bize ‘acayip’ birtakım ‘şeyler’ olduğuna dair irrasyonel kanıtlarla zaten tıka basa dolu. Bizim tek yaptığımız, bunlara hafif yan gözle bakıp sinsice gülümsemek. Bunu seçtik çünkü, yeri hazin gözlerle arşınlayan bakışlardan gerçekten çok sıkıldık. Tekrarlandıkça içi boşalan birtakım karanlık argümanların yerine; hayatın dandikliğine takla atarak ve dil çıkararak karşı durmaya karar verdik. Ve takla attıkça fark ettik ki; Luxus hayattan bunalmanın alternatifi değil, o bunalımın ta kendisidir. Gazetelerdeki asık suratlıların ve kokusunu yaydıkları politik mendeburluğun yüzüne çizilmiş bıyıktır. Saptığı sokak ve çıkaracağı seslerle ilgili; taze ve anlık oluşları dışında hiçbir şeyi vaat etmeyen, yolcu kapasitesi oldukça geniş bir cadı süpürgesidir. Ve dil çıkarttıkça gördük ki; Luxus, her seferinde başka renklerde ışık yayan 7 kişiden mürekkep bir şiirli lambadır. Boynunuzdaki kravatın yasaklanmış göbek atma isteğidir. Terli terli su içmenin yegâne bahanesidir.” Böyle anlatıyor derdini Luxus ve bize ekleyecek bir şey bırakmıyor. Ben yine de ekliyorum: Alaturka kavramının içinin boşaltıldığı şu günlerde çok da güzel alaturka müzik yapıyorlar.
STAIND ****
STAIND
Atlantic / Roadrunner / EMI
Nu-metal’in yükselişte olduğu erken 2000’lerde sürekli dinlediğim bir albümdü ‘Break the Cycle’. Staind’in daha önceki iki albümünü hiç duymamıştım ama bu üçüncü albümleriyle beni öyle bir yakalamışlardı ki (MTV sağ olsun.), bir anda ergenliğimin en büyük gruplarından olmuşlardı. ‘Break the Cycle’ hem nu-metal’in sert tarafını temsil etmesi hem de işin içine scratch atakları katmadan da modern olunabileceğini göstermesi ve aynı zamanda rap vokallerle içli dışlı olmamasıyla da ilginç ve muhteşem bir albümdü. Staind, ‘Break the Cycle’ sonrasında çıkardığı üç albümde de tempoyu giderek düşürdü. Sözlerdeki acı hissiyatı aynen korunuyordu ve hatta zaman zaman iş, kalp dağlayacak nitelikteki cümlelere varacak kadar ağırlaşıyordu ama mevzunun müzikal tarafı bizi giderek doyurmamaya başlamıştı. Ama bu sefer tamam! Grubun kendi adını vererek aslında durumu özetlediği bu yedinci stüdyo albümü; Staind’i köklerine, metal’e döndürüyor ve kulaklarımıza dolan sert rifler o eski Staind’i ne kadar özlediğimizi kanıtlıyorlar. ‘Wannabe’deki rap vokal sürprizine ve grubun tarihi boyunca yaptığı en iyi birkaç şarkıdan biri olan ‘Now’a dikkat! Albümü her dinleyişte ‘Kim bu adamları bu kadar kızdırdıysa teşekkürler...’ diyorum.
AMY WINEHOUSE ***
LIONESS: HIDDEN TREASURES
Island / Avrupa Müzik
Özlememek mümkün mü?
Türkçe sözlükte bağımlılık kelimesinin karşısında yazan şeylerden biri şu: ‘Karşılaşılan sorunları yalnız başına çözmek ve kendine yön seçmek için gerekli yetenekten yoksun olma durumu.’ Bir diğeri ise şöyle: ‘Kişinin gereksinme ve isteklerini karşılamakta yetersiz oluşu, karar verme ve işlerini başarmada başkalarından yardım istemesi durumu.’ Amy, bazılarını zirveye yükseltirken bir yandan da kanını emen bir çarkın parçasıydı ve evet, o da bir bağımlıydı... Uyuşturucu ve alkol gözle görülenlerdi ama en çok acıya bağımlıydı sanki o. Acıya ve karanlığa... Ve bağımlılık dediğimiz şey, dışarıdan göründüğü gibi saydam değildir. Hüzünden zevk alabilecek kadar ‘aykırı’ bir psikoloji gerektirir. Sanat ve yaratıcılık bazı ruhları karanlığa gömer veya bazı karanlık ruhlar, nefes alıp vermenin tek yolunu sanatta bulurlar. Amy, acıya olan meyilini şarkı sözlerine dökerken milyonları da çekti o karanlığına. Artık istese de yalnız olamazdı. Mutsuzluk kolay tamir edilen bir şey değildir. Amy’i önce yaratmaya, sonra dibe götüren şey; iflah edilemez mutsuzluğuydu. Şu an olduğu yerde mutlu olduğunu düşünmek tek kaçış yolum. ‘Rehab’i, ‘You Know I’m No Good’u, ‘Love Is a Losing Game’i, ‘Tears Dry on Their Own’u ve en çok da ‘Back to Black’i dinlerken her seferinde kahrolmaya ve her seferinde gözlerimin dolacak olmasına karşı öyle düşünmekten yana kullanıyorum tercihimi en azından.
Böyle yazmıştım o hatırlamak istemediğim haberi aldığımız günden sonra, Blue Jean’e... Şimdi tekrar okuyorum da... Hiçbir şey değişmemiş. Değişen tek şey, yokluğunun yarattığı boşluktaki arayışımızın daha da büyümesi. Tabii işin bir de ‘business’ tarafı vardı, doğru. Karşı çıkmıyorum, garip de bulmuyorum. ‘Entertainment’ denen hadise böyle bir şeydir. Zirveye çıkarır, öldürür, ardından da mezar kazar. Bu işin kuralı budur. Şaşırmayın. Ne yani? Milyonlarca Amy Winehouse dinleyicisi varken, kendisinin daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış şarkılarını piyasaya sürmeyecekler miydi? Ben Amy Winehouse’u seviyorum. Ben Amy Winehouse’u özlüyorum. Ve ben, onun işte bu ilk defa gün ışığına çıkan kayıp hazinelerini boğazımda bir düğümle dinliyorum. Kimse kusura bakmasın, bu albüme müzikal nitelik açısından yaklaşamam. Ben bu albümü dinlerken Amy’nin anlatmak istediklerine, sesine ve nefesine odaklanıyorum. Aşka, karanlığa, umuda ve hayata...