1987-1990 arasında Türkiye’ye bir diplomat olarak geldiniz. Görev tanımınız neydi tam?
-Hindistan Büyükelçiliği’nde üçüncü katiptim. İlk işimdi, diplomatlıkla ilgili ne biliyorsam Türkiye’de öğrendim. Yurtdışına ilk gönderildiğinizde bilgilerinizin teoride kaldığını görürsünüz. Diğer diplomatlarla ilişkiniz ne seviyede olacak, nasıl konuşacaksınız, devletle ilişkileri nasıl ayarlayacaksınız... Bütün bunları Ankara’da gördüm.
Ankara’yı nasıl hatırlıyorsunuz?
-O yıllarda Ankara’ya köy derdim, İstanbul gibi değildi. Çankaya Caddesi’nde tam Atakule’nin karşısında bir evim, bir sürü arkadaşım ve güzel bir Türk kızıyla evlenme hayalim vardı...
Kızlardan yana şansınız yaver gitmemiş herhalde?
-Hayalimdeki kadınla karşılaşmadım diyelim... O yüzden evlenmek için Hindistan’a gittim, orada evlenip eşimle birlikte Ankara’ya döndüm. Yani ben 3 yıl, eşim 2 yıl yaşadı Türkiye’de.
Araya karıştırdığınız cümlelerden anladığım kadarıyla Türkçe de biliyorsunuz biraz...
-Aaa çok iyi Türkçe konuşurdum. İstediğim gazeteyi okurdum. Altı ay TOMER’deki kursa gittim. Bakın, öğretmenimin adını bile hatırlıyorum: Handan Eren Elvan. O kurstan yüzde yüz puanla mezun oldum, rekordu o dönemde. Türkçe öğrendikten sonra ikinci katipliğe yükseldim zaten. Hiç unutmam, bir keresinde TRT’de bir toplantıya katılmıştım. Moderatör şoke oldu: "Önce şunu açıklığa kavuşturalım: Siz Hint misiniz? Türk müsünüz?" diye sordu. "Aman" dedim "ne büyük iltifat! Türk değilim ama Türkçe’yi iyi konuşurum..."
Nasıl oldu da bu kadar iyi öğrendiniz?-Bir Hintli’nin Türkçe öğrenmesi, bir Avrupalı’nın öğrenmesinden çok daha kolay. Çünkü çok ortak kelime var: Cennet, cehennem, Adem, Havva, insan, renk... Ama uzun zamandır çok konuşmadığım için Türkçem köreldi tabii.
O zamanlar Turgut Özal başbakandı. Tanıştınız mı?
-Elbette çünkü o sırada Rajiv Ghandi Türkiye’ye gelmişti. Müthiş bir geziydi. Sadece Ankara ve İstanbul’u gezmekle kalmamıştı, Ege’de dalış da yapmıştı. Onun delegasyonundaydım, Türkçe bildiğim için de gayet ön plandaydım. Junior seviyede bir diplomat olduğumu da hatırlatayım. Özal’la böyle tanıştım ama o beni hemen unutmuştur...
Türkiye sizin için tatlı bir hatıra mı yoksa işinize adapte olamaya çalıştığınız zor bir dönem mi?
-Şöyle söyleyeyim, hálá bazen rüyamda yoğurtlu İskender görürüm... Ulus Kebap’a gider hep İskender ısmarlardım. Sen İstanbullu olduğun için, bilmezsin orayı. Eşim de ben de Türkiye’ye aşık olduk. Bir diplomat için de daha iyi bir başlangıç yeri olamaz, Doğu’yla Batı’yı birleştiren modern bir ülke. Hele bir Hintli için bulunmaz fırsat!
Neden?
-Çünkü sosyal örgüsü çok benziyor Hindistan’a. Ailede büyüklere saygı, öğretmenlere hürmet var. İnsanlar çok sıcakkanlı. Bunları Batı’da fazla göremezsiniz.
BİLGİ OKUMUŞLARIN TEKELİNDE DEĞİLDİR MESAJINI SABANCI ÜSTÜNDEN VEREMEZDİM
Bir diplomat oturur, dış politikayla ilgili bir şey yazar, klişesini altüst ettiniz...
-Zaten her gün dış politikayla ilgili küçük, sıkıcı raporlara imza atıyorum. Akşam eve döndüğümde bir roman okumak istiyorum, diplomasiyi de hiç ilginç bir roman konusu olarak göremiyorum doğrusu. Neden kendi okumak istemeyeceğim bir kitabı yazayım ki? Ülkelerin enflasyon rakamlarını mı yazsaydım? Roman nefistir, insanı günlük hayatın rutininden kurtarır. Herhalde bu gücü bürokrasiyle donatılmış kendi hayatımdan kurtulmak için de kullanmak istedim.
Peki o zaman şöyle sorayım: Bir diplomat, roman yazmaya nasıl karar verir? Bürokrasiden iyice bunaldığı bir gün mü?
-Sadece belirli tür insan roman yazabilir diye bir kaide yok. Anlatacak hikayesi olan herkes anlatmak için bir yol bulur. Benim bir hikayem vardı ve 2003’te İngiltere’deki görevimin son iki ayında sabah 9 akşam 9 oturup yazdım. Ayrıca şu da var: Biz diplomatlar kelime cambazıyızdır, nerede ne söylememiz gerektiğini, tek bir yanlış cümlenin krize yol açabileceğini biliriz.
Diplomatik kriz demişken, neden Hindistan’ı övünülmeyecek bir yönüyle, varoşlarıyla anlatan bir roman yazdınız? Diplomatlık biraz da ülkesinin dünyada iyi algılanmasını sağlamak değil midir?
-Haklısınız, varoşlarla ilgili bir roman yazmak bir diplomat için alışılmış değil. Ama benim çıkış noktam Hindistan’ın varoşlarına dikkat çekmek değildi. Bir soru-cevap programı temelinde "Bilgi elitlerin, iyi eğitim almış varlıklı kişilerin tekelinde değildir" mesajını verme derdindeydim. Sadece Hürriyet veya Cumhuriyet gazetesi okuyanlar mı belli sorulara cevap verebilir? Hayır. Bahçıvanlar, yer süpürenler, çöpçüler bir çok konuda senin bilemeyeceğin şeyleri biliyordur, inan bana. E bu mesajı vermek isterken tutup da Sabancı ailesinden birinin Kim Milyoner Olmak İster yarışmasına katılıp 20 milyon rupi kazandığını anlatamazdım, elbette ana karakter varoşlardan biri olacaktı...
Siz Hindistan’ın eğitimli, orta sınıf ailelerinden birinde büyüdünüz. Varoşlardan gelen birini anlatmak için bir araştırma yaptınız mı?
-Varoşlarda yaşayan birçok arkadaşım oldu. Çocukken muson yağmurları sırasında cümbür cemaat
balık tutmaya giderdik, varoş çocuklarıyla balık tutardık. Hindistan’da yaşayan herkes hayatında en az bir kez varoşlardan geçmiştir zaten. Bunu engelleyemezsin, uçakla Bombay’a inerken pencereden baktığında bile görürsün 6 kişinin yaşadığı tek odalı kulübeleri. Bombay’da klimalı evde oturuyorum, fakirlik nedir bilmiyorum, diye bir şey yoktur.
Hikayeyi niye bir televizyon programı üzerinden anlatmayı tercih ettiniz?
-Bunu çok düşündüm. Eğer bu yarışmanın etrafına kurmasaydım, bütün hikaye çökerdi. Üstelik yarışma Hindistan’da çok popülerdi. Sunucusu da çok ünlü bir Hintli. Pazartesi-Perşembe arası saat 21.00’de başlardı ve Hindistan’da hayat ona göre ayarlanırdı. Şimdi farz edin ki, televizyonu açtınız. Hiç okula gitmemiş fakir bir yetim, bir TV kurdunun karşısında oturuyor ve tüm sorulara doğru cevap veriyor. Bu çocuk kimdir, nasıl oluyor da tüm bunları biliyor diye merak etmez misiniz? Kendime bu soruyu sordum, cevabını roman yaptım.
Kitabın ve filmin dünyada bu kadar sevilmesinin sebebi nedir sizce?
-Hikaye çok ama çok basit. Şifreler yok, ağdalı tasvirler yok. Güneşin doğuşu, Hindistan’ın doğasıyla ilgili üç paragraflık anlatımlar yok. Hindistan’da geçmesine rağmen evrensel bir hikaye bu. Hayatın ezilmiş, talihsiz bir yerinde doğan çocuğun başarı hikayesi.
SİYASETEN DOĞRU OLSUN DİYE KARAKTERİMİN İSMİ DEĞİŞTİ
"Biz bunu film yapacağız" dediklerinde ne hissettiniz?
-Film hakları kitabın basılmasından bir yıl önce satılmıştı. Beni asıl şaşırtan filmi çekmek isteyenin bir Bollywood şirketi değil, İngiliz şirketi olmasıydı. Yönetmen Danny Boyle projeye çok sonra katıldı, uzun süre senarist Simon Beaufay’le konuştuk. 2005’te Londra’da buluştuk. "Kitabının bazı yönleri filme müsait değil, değişiklikler yapacağım ama ruhuna sadık kalacağım" dedi. Sözünde de durdu.
Sizin önemli bulduğunuz ama filmde yer almayan hiç mi bölüm yok?-Var tabii. Ana karakterimin ismi Ram Muhammed Thomas’tı. Hindistan’daki üç ana dinin, Hinduluk, Müslümanlık ve Hıristiyanlığın izlerini taşıyordu. Ama onlar karaktere Jamal Malik adını verip Müslüman yapmaya karar verdiler.
Neden?
-Çünkü Ram Muhammed Thomas, çok göze batan bir isim. Çocuğun bu ismi nasıl aldığını anlatmak gerekecekti. Buna vakit ayırmak istemediler. İkinci bir sebep daha var: Hıristiyan Thomas’ın annesinin Müslüman çete tarafından öldürülmesindense, Müslüman Jamal’in annesinin Hindu çete tarafından öldürülmesi, bugünün konjonktüründe daha doğru bir seçimdi. Siyaseten daha doğruydu.
Filmin kader kavramı üstüne kurulmasına ne diyorsunuz?
-Evet bu da benim romanımdan farklı. Ben romanı şans üstüne kurdum, onlar kader. Ben kendi şansını kendin yaratırsın dedim, onlar kader. O yüzden çocuk son sorunun cevabını bilmemesine rağmen doğru seçeneği işaretledi çünkü kaderinde yazılıydı. Ben ise diyorum ki çocuk bütün cevapları bildi, çünkü o sorulara uygun deneyimler yaşamıştı.
OSCAR GECESİ ORADAYDIM, BENİ NASIL GÖRMEZSİNİZ
Oscar gecesi neredeydiniz?
-Oradaydım, beni görmedin mi? Bir de diyorlar ki Oscarları 2 milyar kişi izliyor! En İyi Film ödülünü aldıktan sonra ben de bütün ekiple birlikte sahneye fırladım.
Hayatınız nasıl değişti?
-Hiç. Bizim aile olarak ünlü olduk diye dolaşmıyoruz ortalıkta. Çocuklar gelip "Baba okulda herkes senin kitabını okuyor" diyor, gülüyoruz, sonra hayat devam ediyor. Çünkü biliyoruz ki bugün dünyadaki bütün gazeteler bizden bahsediyor ama bir hafta sonra bu bitecek. Bugün "top-dog" durumundayız, yarın yine "slum-dog" oluruz. Hayat böyle çünkü.
Güney Afrika’daki elçilikteki arkadaşlarınız ne diyor bu işe?
-Tabii eğleniyorlar, ooo ünlü oldun filan diye. Ben de uğraşmayın benimle diyorum...
Nasıl oluyor da hálá diplomatlığa devam ediyorsunuz, sıkıcı sıkıcı?
-Evet bu aralar iki farklı insanın hayatını yaşıyor gibiyim. Ne kadar şizofrenik bir durum: Hafta başında Hollywood starlarıyla yan yana duruyordum, dün Lübnan’da bir kitapçıda imza günüm vardı, insanlar sokağın başına kadar sıraya girmişti. Bugün geldim yine dosyalara imzalar atıyorum. Ama gocunmuyorum, çünkü bu benim asıl işim.
Kendinizi bir yazar olarak görmüyor musunuz hálá?
-Ben roman yazan bir diplomatım...
KÖPEK KELİMESİNE ÇOK TAKILDILAR
Hindistan halkının "Film bizi kötü gösteriyor" endişesine ne diyorsunuz?
-Evet var böyle şeyler... En çok takıldıkları şey de "Slumdog Millionaire" başlığında geçen "köpek" lafı. Slumdog (varoş köpeği) kelimesinin, İngilizce’deki underdog’dan geldiğini anlamadılar, bize köpek diyor diye üzüldüler. Oysa underdog, toplumun horgörülen insanları için kullanılan bir deyim; hayvan anlamında "köpek" değil.
Köpek kelimesi kadar varoşların gösterilmesi de sorun oldu...
-Tabii. "Film Batı’nın Doğu’ya bakışındaki önyargıların bir kanıtı; halbuki Hindistan varoşlardan ibaret değil" diyenler oldu.
Siz ne düşünüyorsunuz?
-Bu eleştiriler bütün halkın fikrini yansıtmıyor. Çoğunluk filmin başarısını mutlulukla karşıladı. Bence müthiş bir insan hikayesi var burada. Türkiye’yle ilgili bir film çekecekseniz, sürekli Dolmabahçe Sarayı’nın ihtişamından bahsedecek değilsiniz herhalde.
Hem filmde hem de kitapta Bombay polisinin halka işkence yaptığını görüyoruz. Siz hiç eleştiri aldınız mı?
-Hayır. Eğer hálá ülkemi Güney Afrika’da temsil eden bir diplomat olarak çalışabiliyorsam devletin romanımla bir problemi yok demektir! Hindistan’da demokrasi var, herkes kendi istediğini yazabilir. Ben diplomat kimliğimle çıkıp da Hindistan polisi şöyledir demedim, bir hikaye anlattım.
Newsweek dergisinde bu hafta bir makale vardı; "Hindistan’ın varoşlarında filmdeki gibi bir mutlu son yaşanmaz" deniyordu. Katılıyor musunuz?
-Tamamen yanlış. Varoşlardan çıkıp çok başarılı olan kimseler tanıyorum. Bir çok Bollywood starının kökeni varoştur mesela. Hindistan’ın varoşları bezgin değil, enerjiktir, yırtma umuduyla savaşan insanlarla doludur. Çaresiz ve bedbin girmezler yatağa, hayaller kurarak uykuya dalarlar. Ve bilirler ki, her an her şey olabilir...