Güncelleme Tarihi:
İnsan öleceği an ufacık, berbat bir ses çıkarıyor. Tam olarak bir horlama, hırıltı değil, küçük bir lıkırdı. Doktorlar bu sese ‘ölüm çıngırağı’ diyor. Sağlıklı insan, rahatça yutkunup boğazını temizleyebilirken, ölmek üzere olan güçsüz bedenin buna takati yok. O kısa hırıltı, karanlık çıngırak, başında bekleyen için dünyanın en dayanılmaz sesi. Son nefes.
İnsan ölümden değil, ölmenin acısından korkar. Mışıl mışıl bir uykuda, gezeceğimiz tüm şehirler bitmişken, büyük aşka kavuşmuşken, şöhreti, serveti kalbinden vurmuşken, sevilirken, sayılırken, sözümüz geçerken, hâlâ gülebiliyorken ölmek isteriz. Bilinmez ölümden değil, acizlikten korkarız. Çaresizce kıvranırken, yalnızken, bir odadan çıkacak gücü bile bulmazken, “Kim beni gerçekten sevdi?” diye soruyorken, parasızken, dayanılmaz bir acı içinde ölmek, ne yaşadıysak böyle ürkütücü bir sonla bitmesine izin vermek en büyük kâbustur.
Ölüm anına kadar herkes ölümsüz. Ama bazıları ebediyet yalanına kapılıp miskince hayatta savrulmak yerine, ömrünün her dakikasını sonuncusuymuş gibi şah damarına basarak yaşar. Kısa süre önce, dünyada tam böyle 72 yıl geçiren birini kaybettik. Mehmet Ali Birand, 22 yaşında ayağındaki alçıyla bir deftere yazdığı gibi yaptı:
“Çok acı ve zorluk çektin hayatta.
Mesut olmanın ne olduğunu öğrendin.
Yalnızlığı tattın, hem de iliklerine kadar.
Şimdi her şeyin var.
Her şeyi unut ve sadece tatlı tatlı yaşamaya bak.
Bol bol gül, yağmur altında dolaş, mehtapta denizi seyret ve bol bol âşık ol dostum...’’
BİR YAZ DAHA GÖRMEK
Gündüz Vassaf ‘Cehenneme Övgü’ kitabında şöyle diyordu: “Ölüm sürecinin farkında olmak, yaşamın uçup giden güzelliğini algılamak demektir.’’ Mehmet Ali Birand, ‘‘Bir yaz daha görür müyüm bilmiyorum, o yüzden yaz olan bir yerlere gideceğim’’ derken, doktorların söylediği her şeye birkaç değerli gün için uslu bir öğrenci gibi harfi harfine uyarken, ayların pazarlığını yaparken yaşamın ne güzel bir şey olduğunu hepimizden iyi biliyordu. Bu yüzden ölümü ‘güzel bir ölüm’ oldu. Ayakta, bir tapınak şövalyesi gibi Azrail karşısında gururla kılıcını bırakarak, çok sevilerek ve sevildiğini bilerek, “Ne çok şey yaşamışım, bunların hepsini ben mi yaşadım?’ diye soracak kadar ışıltılı anılarla ölmek güzel ölmektir. Sokaklara taşan bir cenazeyle, hiç tanımadığınız insanlar arkanızdan ağlarken akşam 7’de yüzünü görmediğiniz bir aile ekrandaki boşluğa bakıp kırılırken, arkanızdan gözyaşı döken kadın gerçekten biricik aşkınızsa, evladınızın evladıyla oynayacak zamanı bulup, geride kalanlara ‘sevgilerimle’ diye not bırakacak zamanı, cesareti, sükûneti içinizde bulduysanız, bu gidiş havalı bir gidiştir.
GERİDE KALAN HAZİNE
Birand’dan kısa bir süre sonra Burhan Doğançay ve Metin Kaçan’ı kaybettik. Biraz öncesinde de Neşet Ertaş, Müşfik Kenter, Orhan Boran, Meral Okay...
İnsan hep gideceğini bildiğinden arkasında bir şeyleri bırakmanın telaşıyla yaşar. İlla sanat eserleri, romanlar, filmler değil. Bir sokağa adı verilsin, çocukları soyadını nesillerce şerefle taşısın, bir tarif onun adıyla anılsın, bir dikili ağacı olsun ister. Kimse bilmese de herkesin gerisinde bıraktığı bir hazinesi vardır. Yakın zamanda kaybettiğimiz bu harika insanların ölümlerini derin bir yalnızlıktan, paylaşılamayan acıdan ayıran şey de bu hazine.
Her ömre kolay kolay yerleşmeyecek cevherlerin yaşamlarının köşebaşlarındaki nadide ışıltısı. Meral Okay’ın büyük bir aşkla beslenen yeteneği, Neşet Ertaş’ın “Saçlarını ben öreyim, buna dayanmaz yüreğim, vermem seni Azrail’e, ben öleyim” sözlerindeki kırılganlık, Orhan Boran’ın ardında bıraktığı çok şık ekol, Müşfik Kenter’in efsanevi karizması.
Burhan Doğançay’ın dünyanın her taşına dokunan maceraperestliği, Metin Kaçan’ın gitmek istediği zamanı seçip sahneden façayı bozmadan inmesi....
‘Güzel Ölümü’ seçme özgürlüğü
Amerikalı gazeteci Derek Humphry, eşi Jean’in acılı kanser sürecine eşlik ettikten sonra, onun isteğiyle ölmesine yardımcı oldu. Yazdığı kitap Jean’s Way (Jean’in Yolu), 1978’de çok ses getirdi. Ötenazi ve destekli intiharı savunan Humphry, Hemlock Derneği’ni kurdu. Bugün derneğin 80 kolu, 50 bine yakın üyesi var. Ötenazinin yasallaşması hâlâ tartışma konusu. Tedaviye cevap vermeyen hastalarda, acıya son vermek için aktif ötenazi hakkı Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’da geçerli.
İYİ ÖLÜMÜN 12 PRENSİBİ
İyi ölüm sadece kaybettiklerimizin arkasından teselli bulduğumuz soyut bir kavram değil. 1999’da Londra’da düzenlenen ‘Yaş ve Sağlık Konferansı’nda, çeşitli çalışma grupları ortak bir rapor yayımladı. Buna göre iyi ölümün 12 prensibi var:
1. Ölümün ne zaman geleceğini bilmek ve neler beklenmesi gerektiğini anlamak.
2. Olacaklar karşısında kontrolü kaybetmemek.
3. İtibarın ve mahremiyetin zarar görmemesini garantiye almak.
4. Ağrı ve diğer semptomlar üzerinde kontrol sahibi olmak.
5. Ölümün nerede geleceğini seçme özgürlüğü (evde ya da başka bir yerde).
6. Gereken bilgiye ve uzmanlığa erişebilmek.
7. İhtiyaç duyulan ruhsal, duygusal desteği bulabilmek.
8. Sadece hastanede değil herhangi bir yerde bakım görebilmek.
9. Sonu paylaşmak istenilen kişileri seçme özgürlüğü.
10. Sonrası için dileklerin yerine getirileceğinden emin olmak.
11. Vedalaşacak zamanı bulabilmek, zamanlamayı kontrol edebilmek.
12. Gitme zamanı geldiğinde gidebilmek, yaşamın yararsızca uzatılmasına izin vermemek.
Batı, uzun süredir ölümü ‘yumuşatmaya’ kafayı takmış durumda. 1980’li yıllardan sonra iyice popüleritesini arttıran ‘hospice’ akımını ‘tedavisi olanaksız hastalar hastanesi’ diye tanımlayabiliriz. Terminal kanserler, AIDS hastaları, bir hastane yatağında makineye bağlı ölmektense kendi evlerinde, sevdiklerinin yanında, mümkün olduğunca az hastalık etkisiyle son nefesini vermek istiyor. Bunun için özel kliniklere yatmak mümkün olduğu gibi evde bu iş için eğitilmiş hemşire, bakıcı ve doktorlarla ölümcül hastalığın etkisi minimize edilmeye çalışılıyor. Ama yöntemin tartışmalı yönleri de var. Özellikle, hastane ekipmanını eve taşıyarak ev içinde hastane ortamının canlandırıldığını savunanlar bu bakım şeklini gereksiz buluyor. Bir diğer karşıt görüş de hasta yakınına çok büyük yük olması sebebiyle işin psikolojik ağırlığını sorguluyor. Tadaviye değil, sadece ağrıları dindirmeye yönelik yaklaşım da eleştirilerin merkezinde. Ama ne olursa olsun, insanlar artık ölümle pazarlık etmenin peşinde. Kaçınılmaz olsa da, Seneca’nın dediği gibi “hasta olduğumuz için değil, hayatta olduğumuz için ölecek” olsak da, bunu iki büklüm olmadan yapmak istiyoruz. Başımız eğilmesin, son fotoğrafımız mahzun çıkmasın istiyoruz. Elimizdeki en değerli o son dakikanın yakışıklı olmasını dilemek çok değil. Kaybettiği kardeşinin arkasından Yıldız Kenter’in dediği gibi; ‘‘Ölümle bitiyor her şey. Bazen de düşünüyorum nereye gidiyor bu ölüler? Benden öte bir şey var içimde, bir ısı var, bir ışık, bir güç, beden ölünce, ona ne oluyor?’