Güncelleme Tarihi:
Erarslan, daha önce Çöl/Deniz - Hz. Hatice, Siret-i Meryem - Hz. Meryem ve Nil’in Melikesi Hz. Asiye’de, insanlık tarihinin örnek kadınlarını yazmıştı. Hz. Fatıma da rastlantı değil. Çünkü Fatıma, insanlık tarihi için kilit bir mevkide duruyor. Hz. Muhammed’in kızı ve neslini devam ettiren kadın. Hz. Ali’nin eşi, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in annesi... Eraslan’ın deyişiyle “İyilikler denizinin incisi.”
Canfeda/Hz. Fatıma, sadece biyografik bir Hazreti Fatıma portresi değil, üç katmanlı bir hikâye. Hz. Fatıma aşkına yazılmış ‘Divan-ı Zehra’ adlı eserin kime ait olduğuna ilişkin bir soru işaretiyle açılan romanda, önce Zebun bin Mestan ile tanışıyoruz. Zebun bin Mestan, asırlara damgasını vuran, bugün de beyitlerini ezbere bildiğimiz bir şairin rumuzu aslında. Zebun bin Mestan’ın şair Fuzuli; Büyük Hünkâr ismiyle anılan adalet ve celadet sahibi emirin de Kanuni olduğunu düşündüren imalar var. Zebun bin Mestan’ın Hz. Fatıma üzerine anlattığı 40 kıssada, Belhli tüccar Cüneyd Bey, Kuşadası’ndan gelen genç Haşim, Necefli Hacı Hüsrev Ağa, Botanlı Ramazan Usta, Tıkritli bilge ebe Destigül Nine ve torunu Abbas katılıyor romana.
EHL-İ BEYT AŞKIYLA YOLA DÜŞTÜLER
Cüneyd Bey, sahabe-i kiramdan Afif el Kindi’nin torunu. Haşim, soyu o yıllarda Kuşadası’nda yaşayan Veysel Karani Ailesi’ne hizmet ederken karşılıksız aşkı onu yollara düşürmüş. Yüreği yanık. Botanlı Ramazan Usta, nedamet getirip Tillo medreselerine girmiş eski eşkıya Nijdevan. Hüsrev Bey ise Kurtubalı gökbilimci İbn Sirac’ın peşinde kaybolmuş oğlunun dinmeyen acısını Hz. Fatıma aşkıyla yatıştırmış Necefli bir baba. Küçük yetim Nesibe, Abbas ve Destigül Nine... Hepsinin kendine münhasır öyküleri eşlik ediyor bu romandaki yolculuğa. Kitabın kahramanlarının hepsi de Ehl-i Beyt aşkıyla yollara düşüyor. Kerbela, Medine ve Mekke güzergâhında uğradıkları her durak, geçtikleri her menzilde zamanın koridorları açılır ve Hz. Fatıma’nın hayatından kesitlerle karşılaşırlar. Yaşadıkları her olayla Hz. Fatıma’ya daha çok yaklaşır, onun şefkatini daha çok hissederler. Fatıma’nın eli üzerlerinden hiç çekilmeyip, kalplerine şifa olacaktır.
Sibel Eraslan, ‘Canfeda’ adlı romanında, ilginç bir anlatım biçimi yakalamış. Boncuk gibi ördüğü yolcularının öyküleriyle Hz. Fatıma kıssaları arasında paralellikler kurması, okudukça Binbir Gece Masalları’ndaki şarkî tadı çağrıştırıyor.
Kitaptan
Fatıma, Ali, Hasan, Hüseyin
Hz. Fatıma, evlilik çağına ayak basmış genç bir fidandı artık, pek çok talibi vardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, Resulullah’ın damat olarak Hz. Ali’yi tercih ettiğini hissetmiş, her ikisi de genç komutanı yüreklendirmişlerdi.
Yüreklendirmeler sonucunda Hz. Ali bir gün huzura vardı. Karşısındaki gencin heyecanını yüzünden okuyan Hz. Peygamber; “Ey Ali, bir ihtiyacın mı var?” diye sordu. Hz. Ali cevaplayamayıp başını öne eğdi. Resulullah bu sefer konuyu bizzat kendisi açarak; “Öyle zannediyorum ki sen Fatıma’yı istemeye geldin?” buyurunca... Hz. Ali ancak; “Evet ya Resulullah!” diyebildi.
Vahiy Evi’nin evlatlarıydı onlar... Fatıma, Ali’nin örtüsü; Ali de Fatıma’nın örtüsü olacaktı bundan sonra, birbirlerinde sırlanacaklardı.
Hz. Ali kendi imkânlarını gözden geçirdi hemen. Bedir Harbi’nden payına düşen iki devesi vardı. Kaynukaoğulları’ndan bir kuyumcuyla anlaşmaya gitti. İki devenin üstüne, şayet biraz da izhir otu toplayabilirse, düğün parasını denkleştirebileceğini söyledi adam.
İzhir, bir tür zehirli ot, boyacılarla eczacıların kullandığı, çiçek olarak bile kabul edilmeyen bir bitkiydi. Kırsallarda çobanlarla selamlaşarak, koyunların keçilerin başlarını okşayarak en son vahaya ulaştı genç Ali...
Yalnızdı... Sırtında ince bir gömlek... Geniş omuzlu, geniş yürekli... Güler yüzlü, gümrah kaşlı... Kumandan ve asker, keskin kılınç...
Çölün içinde bir o yana bir bu yana yatarak yolcuları selamlayan izhir otlarının arasına daldı. Ahh... Ali’den önce kimse, izhir otlarına bu kadar nazik davranmış mıydı acaba? Onlar şimdi birer solgun ot değil, sevdiceğinin duvağıydı. Eğildi otlara, koparmadan önce yüzlerce kere selamlayarak aşkıyla derdi çemenzarı...
Lakin eve vardığında, develerinin bir kazaya kurban gittiğini öğrendi. Neden sonra toparlanıp Resulullah’ın huzuruna çıktığında rahatlatıcı bir nefes alacaktı. “Üzülme!” demişti Kâinat’ın Efendisi mehir için dertlenen genç kumandanına; “Hatmiye denen bir zırhın vardı senin.”
(...)
Genç çiftin yerleşeceği evin toprak döşemesine, nehir yataklarından taşıdıkları ince ipeğimsi bir kum döşediler önce, tel tel elediler, tel tel taradılar kumu. Aşkın en güzel, en ince şiirlerini okuya okuya yaydılar ince nehir kumunu evin tabanına. Bilal’in bin dereden bin kere sular taşıyarak seçebildiği günlükleri yaktılar.
Yemen’den getirilmiş siyah kadifemsi bir abayı yorgan olarak örtünecekti gençler. Altında Ehl-i Beyt’i uyutup Ehl-i Beyt’i çoğaltacak siyah abaydı bu. Fatıma, Ali, Hasan, Hüseyin, onun altında gireceklerdi Resulullah’ın ‘ehli’ olmaya. Siyahtı, yorgundu, solgundu ama işte bu örtü ihtişamlı bir tarih yazacaktı.
Kumdan yatak, hurmadan yastık, solgun abadan örtü: İşte düğün yatağı!”