Güncelleme Tarihi:
Filmi ilk izlediğinizde ne düşündünüz?
- 60 ekran bir monitörde, çok kaba bir kurgu izledim. Filmin büyüsüne ulaşmak zordu tabii o şartlarda. Zaten bazı ses ve nefesleri tekrar kaydetmek üzere gitmiştim. Büyük perdede izlemenin zevki yoktu. Ama izlediğim şey etkiledi beni. Görsel zenginliği, kar manzaraları, yedi insanın yaşama tutunma telaşı bana geçti. Amaçladığımız şey sanki oluyor gibiydi.
Amaçladığınız şey neydi?
- Kendi adıma iyi film çekmek istedim. Çünkü neredeyse her yıl bir film çekiyorum. O da iyi bir proje olsun istiyorum. İyi bir performans göstereyim, iyi bir film olsun, seyirciye ulaşsın, bol bol festival gezsin istekleriyle başladım.
“Sinema performanslarımın hiçbirinden memnun kalmam. Her seferinde ‘felaket!’ der, çıktığımda iyi bir film çekme isteği duyarım” demişsiniz. ‘Eve Dönüş’teki performansınız için aynı şeyi hissettiniz mi?
- Hep öyle oluyor ya... O bir tevazu değil yani. Kendimle yaptığım bir savaş. Zaman zaman çok iyi bulmuyorum kendimi. Daha iyi olsun diye çabalıyorum. Gene izlediğimde bir sürü kusur buluyorum kendimde. Kendini izlemeyi seven bir oyuncu değilim. Bazı oyuncular kendilerini izlemeyi çok sever. Hatta bu durumu abartırlar da. Her yerde görünmek isterler. Ben televizyonda her hafta bir dizide görünmekten mahcup oluyorum mesela.
‘Mahcup’ mu?
- Böyle ilgi alaka, “fotoğraf çekinelim” falan... O tarz şeyleri pek sevmiyorum. İşin o kısmını yani.
Alphan Eşeli’nin yönettiği ilk sinema filmi ‘Eve Dönüş: Sarıkamış 1915’in başrollerini Uğur Polat, Nergis Öztürk ve Serdar Orçin paylaşıyor. |
BİZ DE AYNI SIKINTILARI YAŞIYORUZ
- Biraz ondan. Ben kendini tiyatro disiplininde var etmiş bir oyuncuyum. Ondan sonra sinema ve televizyona geçtim. Yani çoğunun yaptığının aksine. Hem de Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan çıkmış biriyim. Üzerinden 30 yıl geçti. Üzerine 30 film, yüzlerce bölüm dizi çektim. Ama hâlâ bir mahcubiyetim var o konuda. Sokakta kafam önümde yürüyorum mesela. Toplu taşıma araçlarını kullanıyorum. Metroya, trene, vapura biniyorum. Ama kapılarımı kapatıyorum, gözlüğümü ve şapkamı takıp, müziğimi dinliyorum. Öyle kendi halimde yolculuklar yapıyorum.
Hakkınızda çok tuhaf bir şeymiş gibi “Halkın içinde yaşıyor” diye haberler yayımlanıyor. “Başka nerede yaşayacağım” diye garipsiyor musunuz?
- Sâhi! Çok tuhaf geliyor. Nerede yaşayacağım ben? Oyuncu olunca sanki burnumuz Kaf Dağı’nda, başka bir sarayda yaşıyoruz. Türkiye gerçekleri var ortada, biz de aynı sıkıntıları yaşıyoruz sokakta. İşimizi yaparken bile. Bu ülkenin gerçekleri neyse biz de aynı gerçeklik içinde yaşıyoruz. Çok paralar kazanılıyor olabilir televizyonda. Ama parayla bitmiyor her şey. Başka alanlarda da sıkıntılar yaşanıyor. O yüzden kendimizi bu toplumdan soyutlamak, düşebileceğimiz en büyük yanlış.
Bir tiyatro izleyicisi olarak benim zihnime Uğur Polat, ‘Ben Ruhi Bey Nasılım?’ oyunundaki performansıyla kazındı. Zannediyorum pek çokları için de bu geçerli. Sizin için oyunculuk kariyerinizdeki zirve performansınız hangisi?
- Benim de öyle oldu. Hem yedi sezon boyunca 350 kere falan oynadım, hem de zor bir işti. Oyunculuk anlamında bana çok şey kattı. Tiyatro yaşamımın kilometre taşlarından biri oldu. 30 tane oyun oynadım. Her biri bende belli izler bıraktı tabii. Ama bunun çok daha özel bir yeri oldu. Biz açıkçası çok kupon bir oyun olur, 30 veya 40 kere oynayıp kalkar diyorduk. Hani, kim bilir ki Edip Cansever’i, şiirden sahneye uyarlanmış bir oyun kimin ilgisini çeker diye düşünüyorduk. Ama seyirci bizi çok şaşırttı. Kitap tekrar tekrar baskı yaptı. Ben de Edip Cansever’i tanıdım. İkinci yeni akımıyla haşır neşir oldum. Öncesine kadar Nazım Hikmet, Orhan Veli gibi bilindik şairleri okurdum.
Ardından Cüneyt Çalışkur’un yönettiği ‘Kredi Kartı-Vak’aaa’ gelmişti. Yine tek kişilikti. Bu sezon Çehov Makinası’yla sahnedesiniz. Sahnede tek kişi olmayı mı, kalabalık kadroyu mu yeğliyorsunuz?
- Tek kişilik oyunlarda performans daha çok öne çıkıyor tabii. Öbür türlü performans dağılıyor. Bu anlamda daha göz önündesiniz. Öyle bir artısı var. Bu arada 1 Şubat’ta Çehov Makinası oyunundaki Çehov rolümü bıraktım. Şimdi daha genç bir arkadaş oynuyor. Zaten en başta da öyle planlanmıştı. Bu sezon için yeni oyun planı yok. Önümüzdeki sezona artık. Bakalım...
YABANİ HAYATLA TANIŞTIK
- Çekimler zahmetlidir. Bol bol beklersiniz. Işık beklersiniz, sahne hazır olsun diye beklersiniz... Bu seferse soğuktu çok. Çok ıslaktı... Çok yüksek bir rakımda, dize kadar gelen ve hiç durmayan yağan kar altındaydık. Konakladığımız yerle set arası yaklaşık 40 kilometreydi ama biz onu bir buçuk saatte alıyorduk. Ana yoldan ayrıldıktan sonra çekimleri yaptığımız terk edilmiş köye bayağı tırmanıyorduk. Birkaç kere mahsur kaldık yollarda, kardan kapanıyordu çünkü. Her gidiş ve dönüşte bir iş makinesi yolları açıyordu. Günde 12 saat çalıştığımız oldu. En kötüsü de ayakların ıslanması. Yabani hayvanlar, aç kurtlar, yılanlar, kartallar gördük epey. Doğa manzaraları çok güzeldi. Çocukluğum Ankara’da geçti. Çok kar yağardı ve biz kızaklarla kayardık. Müthiş zamanlardı. Ama bu filmden sonra artık kar yağmasın istiyorum. Kara doydum!
Sarıkamış’ı anlatan pek çok film çekildi. ‘Eve Dönüş’ün onlar arasındaki yeri ne?
- Yedi kişi üzerinden anlatıyor Sarıkamış’ı. Ama savaşı hiç göstermeden. Bir yandan da bu yedi kişi arasındaki savaşı ve hayatta kalma savaşını anlatıyor. Çok boyutlu bir hikâye. Bir de senaryo gerilimle süslü. Bu anlamda zor bir iş. Diğer Sarıkamış filmlerindeki gibi yüzlerce figüranı arka arkaya dizip anlatılabilirdi. Tek kurşun atılmadan donarak ölen askerin hikâyesini böyle bir insan hikâyesiyle anlatmak daha etkileyici, daha sinematografik geliyor bana.
Filmin sözü ne sizce?
- Filmin sözünü onbaşı söylüyor galiba: “Hayatta kalacağız, ne olursa olsun hayatta kalacağız...” Yani, inadına işimizi yapacağız. İnadına sinema, tiyatro yapacağız. İnadına yazıp, okuyup, çizeceğiz. İnadına yaşayacağız!
Daha sakin bir yaşam sürmek için Kaş’a yerleştiniz. E dizi, film, tiyatro derken ne ara kaçıyorsunuz Kaş’a?
- Aaa, yazın hiçbir iş yapmam. Kışın ne yaparsam yapıyorum, yazınsa tatil. Kışın karınca, yazın ağustos böceği yani... E en iyisi de bu değil mi? Çünkü artık yıllar azalıyor. Artık kendime yatırım yapmak istiyorum. Çalış çalış nereye kadar?
“Birkaç haftada film çekmek sinemanın doğasına aykırı” diyorsunuz. Eve Dönüş’ün çekildiği beş haftalık süre de kısa değil mi?
- Tabii tabii. Ama bir de realite var. Türkiye koşullarında bir buçuk ayı aşan çekimler çok uzun kabul ediliyor. Masraf kıyamet! Çok pahalı bir iş Türkiye’de sinema yapmak. Nasıl olmalı? Filmin mekân sayısı, dönem veya günümüzle olan bağlantısı, yani prodüksiyonla doğru orantılı olarak en az iki ayda çekilmeli. Gerçi Türkiye koşullarında o da uzun süre. Zeki (Demirkubuz) 20 günde çekiyor filmlerini, biliyorsunuz... Bir de sete kafada hiçbir soru kalmadan çıkabilmeliyiz. Ben sette sormamalıyım mesela Saci Bey için “Ben şimdi korkuyor muyum, yoksa tedbirden mi yola çıkamıyorum?” diye. Her şeyi bilerek sete çıksak ve uzun uzun, sindire sindire çekebilsek. Başka hiçbir engelimiz olmasa... Mesela bana ders oldu hem dizi hem sinema filmi çekmek. Olmuyor yani. Pratikte herkesi zor durumda bırakıyorum. En fazla da kendimi.
GÜZEL BİR ADAM DEĞİLİM
- Yok canım. Karizma nedir onu da anlamıyorum. Ben güzel bir adam değilim. Yani işte resim meydanda, mal ortada. Yaptığım işle doğru orantılı olduğunu düşünüyorum. Performansımı beğeniyorsa, beni de beğeniyor. O kadar basit yani. Yoksa karizma nedir? Bir enerjinin diğerine geçmesi. İster yan masadan ister sahneden o enerjiyi iletmek. Kadın hayranların sayısı daha çok biliyorum. Ama işin doğası da bu biraz. Ne bileyim ben...
Tuhaf tavırlarla karşılaştığınız oluyor mu?
- Yok, ben hiç izin vermiyorum. Ölçülü, mesafeli hayatımı sürdürüyorum. Bu konuda son derece nazik olmaya, kimseyi kırmamaya çalışıyorum. Çünkü benim de bir özel hayatım var. Şimdi burada sizinle röportaj yaparken ya da bir arkadaşımla dertleşirken pat diye gelip izin verdiğim ölçüler dışında hayatıma dahil olunmasını sevmiyorum. Pat diye, hiç o anki ruh halinizi sorgulamadan, istediği her şeye katlanmak zorundaymışım gibi düşünüyorlar. Yolda arkamdan bağırıyorlar mesela “Vay Ethem Abi, bir gülsene” diye. Olacak şey mi şimdi bu? Seyircinin öyle bir hakkı yok yani. Çok istiyorsa haftaya pazartesi televizyon başında görebilir.
Hem korkuyor hem temkinli
Filmde canlandırdığım Saci Bey tipik bir Osmanlı bürokratı. Hariciye Nazırlığı’nda bakanın kalem müdürü. Muhafazakâr bir adam. İyi eğitim almış, dil biliyor. Bakanın karısını ve kızını o şartlarda Erzurum’dan İstanbul’a kadar götürecek. Mahsur kalıyorlar ve artık eve kavuşmak için her seferinde harekete geçmek isteniyor ama Saci Bey bunu engelliyor. Ama süreç buna zorluyor Saci Bey’i. Hem Rus hem Ermeni çeteler etrafı kuşatmış. Amiri ne der, ailesinin başına bir şey gelirse? Bir anda aynı köyde mahsur kalmış yedi kişinin sorumluluğunu alıyor, kendi canını da düşünüyor tabii. Hem korkuyor hem de temkinli.
Basbayağı evliya oldum
Yönetmen Alphan Eşeli’nin çektiği ilk film bu. Rol teklif edildiğinde önceden çektiği reklam filmlerini izledim. Kamerayı kullanışı, kurgusu, hızı ve estetik duygusu beni etkiledi. Senaryo zaten hoşuma gitmişti. Sonra buldukları mekânları gösterdiler. Sivas’ın ter edilmiş bir Ermeni köyünde yaptık çekimleri. Eski dostum Ömer Faruk Sorak’ın da bulunduğu Böcek Yapım’la çalışıyor olmak. Cast’ın televizyon yıldızlarından değil de tiyatro insanlarından oluşuyor olması beni etkiledi. O sırada ‘Son’ dizisini çekiyorduk. Urfa Sivas arası epey mekik dokudum. Basbayağı evliya oldum. Uçaklar kalkmadı, havaalanları kapandı, mahsur kaldık... Ama yine de “Oh be!” diyorum. Bu benim sinema kariyerimde “İyi ki yapmışım” dediğim bir film oldu. Bunu henüz seyirciyle buluşmamış olmasına rağmen söylüyorum.
Kendimi şanslı hissediyorum
Kendimi şanslı bir oyuncu olarak görüyorum. Çünkü şükrediyorum ki 30 yıldır her yıl tiyatro yapabildim. Birçok oyuncu tiyatro yapamadığı için çok mutsuz. Kolay değil. Türkiye koşullarında bir araya gelip, bir salon, oyun, para bulup tiyatro yapabilmek zor. 30 sinema filmi çektim. Yüzlerce bölüm dizi çektim. Hani bir oyuncunun yapabileceği daha ne var? Bir de bunları istikrarlı bir şekilde yapabildim. O yüzden çok şanslıyım.