Güncelleme Tarihi:
Çağdaşımız Taksim efsaneleriyle, Gılgamış gibi arkaik efsaneler arasında fark vardır. Fakat ortak paydaları yine de kent ve insandır. Her söylence sırlı bir şifre taşır. Örnekse, Gılgamış’a verilen gizle çalkalanır Fırat’a yakın Şurippak (Sümercede Buranun) kenti. Doğası ve görsel renkleriyle böyle kentlerin tufan ya da dönüşüm adı altında yağmalanması daha kolaydır.
72 YIL ÖNCESİNİ GÖREBİLEN KADIN
Çoğu gezgin uzaktır efsanelere. Oysa bir kenti kent yapan öğelerin başında söylenceler yer alır. Bugün bu yolla Urfa’ya varacağız. Sıra geceleri de dahil görülecek, tat alınacak, anılacak çok şey var. Bir seçenek ise Balıklı Göl’e varıp efsanelere yelken açmaktır.
Mayısta Diyarbakır Kitap Fuarı’na gitmiştim. Böyle bir esinle yola çıkıp, otobüsle Urfa’nın Atatürk Bulvarı’na inmem 6 saat sürdü... Ilık bir öğlen sonrasıydı. Ve 72 yıl öncesini gören bir kadın, şans eseri önümü kesti... “Sen ve ben...” dedi. Tanış bir ses.
“Evet, ben ve sen, ne olmuş” diye cevapladım. Kolumu tuttu. “Şeker gibi adamsın, falına bakayım...” Sıcak vurgun yemiştim, beynim kaynıyordu, ter içindeydim...
Geriye çekildim... “Bak oğlum, burası Urfa.. Hoş geldin, doğduğun yere...” Ara vermeden neler neler, masallar anlatmaya koyuldu. Evet, söylencelerle soluk alıp veren Urfa, ve... Sinirliydim... “İstanbul’dan 90 dakika.. Diyarbakır’dan 7 saat” dedim.
İki bilgisayar sırtımdaydı, gün ortası susuz kalmış, ölüme adak Enkudi gibi kente inmiştim.
O konuşuyordu: “Doğduğunda, annen kulağına fısıldadı: ‘Minare üstünde tepsi, tepsi üstünde minare...’ Hepsi bir masal oğlum, bak minare döndü, tepsi döndü dolaştı, Urfa’ya Balıklı Göl altında yüzen ummana Gılgameş geldi...”
Öykü bilinir. Gılgamış ölümden kaçarak Kuzey Mezopotamya’da çağ algısına göre dünyanın öbür ucu Urfa yakınlarına gelir. Tufandan kurtulmuş Utnapiştim’le karşılaşır.
Utnapiştim der ki: “Gılgamış, sana tanrıların gizini açayım: Şurippak, Fırat’ın yakınındaki kent çok eskiden varken, tanrılar oradaydı. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi...” Falcı kadın konuşmayı sürdürüyordu... “Gılgameş, Balıklı Göl altında yüzen ummana geldi…”
Bir an orada donakaldım! Şaşkındım! Atatürk Bulvarı’ndaydık, o sürdürüyordu:
“Annen okumuş, yazmış kadındı. Seni her doğum günü Balıklı Göl’e götürdü. Dört beş yaşında, el ele... Balıklı Göl’e kadar izledim sizi. Bak oğlum, hani Gılgameş alıp gelecekti ya işte o gecikti ve gelmedi, işte o... Ölüm... Ölüm çağırıyor...
Hiç unutmuyorum; ‘Ben de Gılgameş olacak mıyım anne diye sordun.
Yüzüne düşen gözyaşlarını silerek ‘her su, kendi mecrasında akar, oğlum... Sen gezgin olasın’ dedi, annen. Parmağını bastı ayağındaki iri bene! Eğilip baktın ve ‘aaa,’ dedin. Gölün yanı
başında oturmuştunuz annen ve sen. ‘Ölüm nedir anne, uçmak
mıdır’ diye sordun...”
72 yıl öncesi ve kâhin kadın sıcak su gibi fokurduyordu, uzaklaşmıyordu. Bense “Diyarbakır zor oldu, bari Urfa’da, keseme göre bir oda bulacak mıyım” diye kaygılıydım. Merakı yoğun, akçesi sınırlı, söylenceler ardında koşan her gezgin, boş oda düşü kuracaktır vardığı yerde.
Belki yardımı dokunur diye, Atatürk Bulvarı’nda şaşkınlıkla onu dinliyordum.
EFSANELERDE PUPA YELKEN
Eline birkaç lira verip susturmayı düşündüm. Fakat daha ilginç şeyler anlatmaya başladı.
“Evet, seni Balıklı Göl’e götürdü annen. El yazması bir defter verdi eline. O yıl okumayı, yazmayı öğrenmiştin. Sayfayı açtın: ‘Gılgameş Urfa’da’ yazısını okudun. Çok geçmedi veremden öldü... Annen...” Sonra ciddi bir ifadeyle “72 yıl önce burada ayrılmıştık” dedi ve koluma girdi...
Göbeklitepe’de ay tapınağı önünde diz çökmüş mermer bir yontu gibiydim.
Belediye Sarayı ve Harran Oteli şunlar... “Yusuf Paşa Camii’ne doğru yürüyelim” dedi. Kebap çarşısını geçtik. “40 yıl önce kaldığın İpek Otel” dedi. Efsanelere yelken açmak böyle başladı. Kol kola Sarayönü Caddesi’ne girdik. Su meydanı, Yusuf Paşa Camii, Beyaz Sokak, Beyzade Konukevi... Kol kola yürüyorduk. Dört yanı kapalı, ortada tipik Urfa evlerinde olan bir hayat. Zeminde kiler, tandırlık... 100 yıl öncesine giden eski Urfa evlerinden birisi. Yapının güneyi ikinci kat, eyvana açılan odalardan birisi. “Urfa’da doğdun” derken, ekledi: “Hiç unutmuyorum, annen bu mahallede ruhunu teslim etti. Şimdi işimiz daha kolay...”
ÖLÜMSÜZLÜĞÜ GÖKTEN YERE İNDİRDİLER
Balıklı Göl’e koşmak... Orada “minare üstünde tepsi, tepsi üstünde minare...” Şaman bir büyücü sürüklüyor sanki! Sarayönü Caddesi’ne çıktık. Divanyolu’nu dümdüz geçtik, Haşimiye Meydanı, Hüseyniye Çarşıları’na kadar yürüdük. Baharatçılarla renklenen bir geçit, daldık. Göl Caddesi bizi içine aldı. Uz gittik... Efsanelerle kutsanan balıklar... Ölümsüzlük bitkisi... Sırlı göl... Karşıda gizini içe gömen Urfa Kalesi ve Gılgameş’ın Urfa’ya gelişine ilişkin notlar. Ölü bir Anadolu diliyle Potamya olan, Latince ön ek Mezo ile Sümerleşen, doğal kaynaklarının (su, kereste, taş) en varsıl parçası Sümer Uygarlığı’nın kaynağı Urfa... Bu tür söylencelerle işte burasıdır.
Güneş, Ay ve yıldız tapınım kültlerinin doğduğu Urfa’da, buna karşın ilk kez ölümsüzlüğü gökyüzünde değil de yerde, bu dünyada aramanın öyküsüdür. Gılgameş ki, bu yol Urfa’ya çıkar. Şimdi başa dönüp bir düşünün: Bir kent kişilikle nasıl kurulur, efsanelerle nasıl beslenir?
Ya da İstanbul gibi efsaneleriyle yağmalanan kentlerin gelecekleri üzerine zar atın, dilerseniz... Dokuz bin yıl önceye tarihlenen Göbeklitepe’yi de kapsayan Urfa üzerine arkaik bir düş de siz görün balıklara ve göle bakarak…