Güncelleme Tarihi:
Mehmet YAŞİN
Sizden bir saat önce, kimin, neler yaşadığını, sizden hemen sonra girecek olanın neler yaşayacağını asla bilemeyeceğiniz, sağır ve dilsiz bir mekan.
Şimdiki oteller, geçmiştekilerle kıyaslayınca birer saray gibi. Gezginlerin seyahatnamelerini okudukça, insan o dönemlerde yollara düşmediğine şükrediyor. O yolculuklara dayanmak herkesin cesaret edeceği bir şey değildi. 18. yüzyılın başlarına kadar günlük seyir hızı, 25 ile 60 kilometre arasında değişiyordu. Yolculuk ya at sırtında ya posta arabaları ile yapılıyordu. Hoplaya zıplaya gidilen bozuk yollar, ikide bir kırılan veya çamura saplanan tekerlekler, her köşe başında bekleyen haydutlar yüzünden, bir şehirden diğerine gitmek cesaret isterdi.
Ulaşımın yanı sıra konaklama da bir dertti. O dönemlerde yolculuk sırasında yatacak temiz yer bulmak olanaksız gibiydi. 17. yüzyılda kaleme alınmış bir kitapta yolculara şu tavsiyelerde bulunuluyordu: “Yabancı bir yerde yatacaksan, çarşafın köşelerine birer eşek kulağı yapmayı unutma. Kulaklar dik durursa eğer, çarşaf yeni ve temizdir. Temiz değilse pantolonunu çıkarmadan yatmalısın...”
Kitap ayrıca su katılmış şarap, yahni ve yumurtalı yemeklere karşı dikkatli olunması, politik ve dini tartışmalara girilmemesi, fahişeler ve cinsel hastalıklar konularında da uyarıyordu. O dönemde seyahat torbalarında, mikrop kapmamak için kalın iç çamaşırları, güvenilmeyen konaklama yerlerinde kapıları kilitlemek için asma kilitler, çakmak, birkaç tabanca, hançer eksik olmazdı. Gezgin yanına katlanabilir karyola, yatak, çarşaf almayı asla unutmamalıydı. Ayrıca haşaratlar karyolaya tırmanmasın diye, yatmadan önce karyolanın ayakları su doldurulmuş kutuların içine sokulmalıydı.
PENCEREDEN GÖRÜNENLER
Tahmin edebileceğiniz gibi o dönemin misafirhaneleri çok mütevazıydı. Odanın bir köşesinde saman yatak bulunurdu. Parayı kim çok verirse o saman yatakta yatardı. Diğer yolcular ve serseriler buldukları köşelere, paltolarının üstüne kıvrılırdı.
Bereket versin ki tüm bunlar artık çok gerilerde kaldı. Şimdinin otelleri adeta birer saraya dönüştü. Nerede olursa olsun otelde odama girince, bir koşu perdeleri açarım. Manzarayı merak ederim.
Pencereden sonra yatağı incelerim. Kuş tüyü yastıklarda asla uyuyamam. Onun için ya sert bir yastık isterim, ya da iki-üç tanesini üst üste koyarım. Sonra banyoya geçerim. Lavaboda üç aşağı beş yukarı aynı şeyler sıralanmış olur: Küçük şişelerde şampuan, saç kremi, duş filesi, iki küçük sabun, belki de bir tarak. Banyoda bornoz olması çok hoşuma gider. Çünkü, akşam üstü yorgun argın odaya dönünce hemen duş alır, bornoza bürünüp pencerenin karşısına otururum. Kentin yeni yanmaya başlayan ışıklarını seyreder, sessizce akıp giden, tümüyle yabancısı olduğum günlük hayatını düşünürüm. Bu arada mataramdan malt viski içmek asla vazgeçemeyeceğim alışkanlığımdır. Sonra TV’yi açıp, kanaldan kanala sıçrayarak anlamadığım dildeki yayınları izlerim. Aslında TV’yi açmamın diğer nedeni, odamda bir ses olmasını istememdir. Dilini bilmediğim o ses bana yalnızlığımı unutturur. Bazen de kendimi tüm seslere kapatır, yatağın üstüne uzanırım. Yolculuklar hep düşüncelere gebedir. Otel odaları da bu düşüncelerin doğum yerleridir. Odanın sessizliği içinde aklım, alışkanlıklarından bir süreliğine sıyrılıp benim egemenliğimden uzaklaşır. Aklımı başıma tekrar toparlayınca, süslenip püslenip aşağıya inerim.
HER ŞEYİ BİLEN KAPICI
Eğer bilmediğim bir kentteysem, hemen consierge, yani her şeyi bilen kapıcıya yanaşıp uzun uzun soruştururum. Bu sohbetin verimli olabilmesi için bahşişi önceden ve bol vermek gerekir. O da bana restoran tavsiye eder, sonrasında gidilecek yerleri söyler, rezervasyonları yapar. Geceyi garantiye aldıktan sonra otelin barına yönelirim. Buralar yalnız müşterilerin uğrak yeridir. Kent için ilk hazırlık burada yapılır. Buranın müşterilerinin en sıkı dostları barmenlerdir. Barmenler, susmaktan sıkılmış, konuşmayı özlemiş müşterilerin en iyi dostudur. Her şeyi dinler, her şeyi bilirler. Burada bir bardak şarap bitinceye kadar oyalanıp, kendimi sokağa atarım.
Oteller, uzaklardaki şiirsel sığınaklarımdır benim. O yalnız ve küçük odalarda hep kendi dünyamı kurarım.
Kapsül otelin tabut odaları
İyisiyle kötüsüyle bir çok otelde kaldım. Kiminde kendimi kral hissettim, kiminde kabus dolu geceler yaşadım. Ama Japonya’daki kapsül otellerde hiç kalmadım. O tabut benzeri odalara girebileceğimi de hiç sanmıyorum.
Otelleri severim ama biri var ki onun odalarında ne kalabilirim ne de anlatabilirim. Adına klostrofobi mi, basık yerde kalma korkusu mu, ne derseniz bilmem. Böyle bir illetim olduğu için, Japonya’da, bir tabuttan farkı olmayan “kapsül” odalarda, kıyamet kopsa uyuyamam. Onun için kapsül tecrübesini, bir arkadaşımın izlenimleriyle aktaracağım. Bakalım bana hak verecek misiniz?
“O bar bu bar derken sakiyi fazla kaçırmışım. Kaldığım yer, Tokyo’nun merkezine epey uzaktaydı. Yol gözümde büyüdü, Shinjuku tren istasyonuna gittim. Amacım, benim gibi evin yolunu bulamayan, eğlencenin dozunu kaçıranların geceledikleri bir kapsül otel bulmaktı. Shinjuku, Tokyo’nun en renkli semtlerinden biridir. Her köşede musluklu bira fıçıları ve sizi masaja davet eden geyşalar vardır. Bildiğimiz, geleneksel geyşalardan farklı hizmetler sunarlar.
MAVİ PİJAMALILAR
Yan sokakların birinde yolu ararken, birden kendimi mavi pijamalı ve plastik terlikli bir erkek ordusunun ortasında buluverdim. Tıpkı bir karınca ordusu gibi camlı kapıdan bir girip bir çıkıyorlardı. Anladığım kadarıyla yatağa girmeden ayılmaya çabalıyorlardı. Birinin önünü kesip, sordum. Kapsül otel olduğunu öğrenince onlarla içeri girdim.
Beş katlı binanın ilk katında oyun ve içki salonu, üstünde gece kulübü, üçüncü katında resepsiyon, dördüncü katında banyo ve tuvaletler, son katta tüp odalar yer alıyordu. Resepsiyonun arkasındaki kutu kutu dolapta, bağcıkları birbirine bağlanmış ayakkabılar sıralanmıştı. Görevli soyunmamı söyledi. İç çamaşırıyla kalınca elime mavi bir pijama, bir çift plastik terlik ve hardal rengi bir havlu tutuşturdu.
Ayakkabılarımı dolaba koyup, onun karşılığında, ucunda numara bulunan bir anahtar verdi. Anladığım kadarıyla ayakkabılar anahtara karşılık depozitoydu. Dolabı bulup giysilerimi astım. Katta yaklaşık 800 kapsül oda vardı. Uzunlukları bir metre seksen santim, genişliği ve yüksekliği de 75’er santim kadardı. Açık banyoda, hapishanelerde olduğu gibi herkesle birlikte duşumu aldım.
PORNO KANALLAR
Kurulanıp ikinci sıradaki “tabut” odama merdivenle çıktım. Alışık olmadığım için içeri girmekte epey zorlandım. Kapsülün içi boydan boya sert bir minderle kaplanmıştı. İçeride tavana tutturulmuş küçük bir televizyon, hemen onun yanında küçük bir ayna, başucumda okuma lambası, alarmlı bir saat yer alıyordu. Üç kanallı televizyonun iki kanalı pornografik yayınlara ayrılmıştı. Oturmak imkansız olduğu için hemen yatmak gerekiyordu. Uzun boylu sayılmamama rağmen yatağa sığabilmek için dönüp durdum. Kapsül odanın kapısını örten ince perdeler, çevredeki sesleri engellemeye yeterli olamıyordu. Onun için yüzlerce kapsülden çeşitli tonlarda gelen horlama, homurdanma sesleri uyumama engel oluyordu. Bu kapsül otelde uykusuz bir gece bana 35 dolara patlamıştı.”
İşte sizlere başka türlü bir otelin izlenimleri. Eğer benim gibi takıntılarınız yoksa ve yolunuz Tokyo’ya düşerse bir denemekte yarar var.