Güncelleme Tarihi:
Serilerin uzamasında sorun yok, ‘Yapımcı memnun, seyirci memnun’ deyip geçmek mümkün. Lakin ‘Sinema yazarı’ kimliğine sahipsen özellikle metninin girişlerinde bir problem yaşıyorsun. O da şu: Seri bilmem kaç kez sinemaya aktarılmış, sen de aynı sulara her seferinde farklı kıyılardan girmenin yollarını arıyorsun… ‘İşin bu, o kadarı da olsun’ diyebilirsiniz, haklısınız da.
Neyse ki ‘X-Men’, geride kalanlara bakılınca bence sinemadaki en çizgi roman uyarlaması ve dolayısıyla yazı-çizi işi için de yeterince ilham verici bir yanı var. Lakin eski defterleri karıştırırken gördüm, serinin beşinci filmi olan ‘X-Men: First Class’a ilişkin eleştirime, “Öteki’ler ve ‘Öteki’lerin arasındaki ‘Öteki’… Bu espri etrafında dönüp duran ‘X-Men” diye girmişim. Elbette bu tespit benim için mevcudiyetini koruyor.
Bu haftadan itibaren zincirdeki ‘Yedinci’ film olan ‘X-Men: Geçmiş Günler Gelecek’ (‘X-Men: Days of Future Past’) salonlarımıza uğrarken, serinin temel olarak ‘Ötekiler’in hakkı meselesini ‘farklı’ özellik ve yeteneklere sahip ‘mutant’lar üzerinden verdiğini ve kimi sosyo-politik okumalara göz kırptığını bir kez daha belirtmek isterim. Küçük bir ara not: Mesela ben ikinci filmdeki ‘Mutant hakları, şimdi’ esprisini çok zekice, ince ve hınzırca bir gönderme olarak bulmuştum.
‘X-Men: Geçmiş Günler Gelecek’, aslında temel olarak bir ‘Zaman makinesi’ esprisine sahip. İnsanoğlunun mutantlarla mücadelesinde zamanında -ki 70’ler oluyor bu zaman- ‘Raven’ nam-ıdiğer Mystique’in DNA’sından alınan parçalarla yaratılan ‘Süper Robotlar’ geliştirilerek gelecekte birer ölüm makinesine dönüştürülmüş ve ‘X-Men’ şürekâsını tamamen yok edecek bir durum yaratılmıştır. Ekip (Profesör Xavier, Magneto, Wolverine, Storm, Kitty Prade, Iceman,Blink, Bishop vs.) toplanır ve çare olarak ‘Freudyen’ bir çözüm (!) bularak meselenin ‘geçmiş’ine gitmeye karar verirler. ‘Mystique, Vietnam Savaşı sonrası Paris’te yapılan ‘Barış görüşmeleri’ esnasında kendisini ‘Mutantlar’ı yok etmeye adamış Dr. Bolivar Trask’ı öldürerek bütün bu yok edilişe kadar uzanan zincirleme süreci başlatmıştır. Wolverine, 1973’e uzanır ve Dr. Trask’a, Mystique tarafından düzenlenen suikastı engellemeye çalışır. Yardım aldığı kişiler ise gençlik halleriyle ‘Profesör Xavier’ ve ‘Magneto’dur…
Kendi çapında ‘Retro’
Ben geride kalan altı filmde en çok ‘First Class’ı beğenmiştim (‘X-Men-2’ ve ‘The Last Stand’, yani ‘3’ de fena değildir). ‘Geçmiş Günler Gelecek’ serinin en iyilerinden biri olmuş ve ‘First Class’la birlikte aynı koltukta (!) yolculuk etmeyi hak ediyor. Bryan Singer’ın yeniden yönetmenlik koltuğuna oturduğu yapımda parça parça birçok güzellik var ve ‘Tümevarım’ mantığıyla bu güzellik genele de yansıyor. ‘First Class’ ortalığa, uzandığı ‘Soğuk Savaş yılları’ itibariyle Bond tadı ve ruhu saçıyordu, ‘Geçmiş Günler Gelecek’ de 70’lere saygı duruşu niteliğinde. Wolverine’in o yıllara ayak basar basmaz su yatağında uyandığında kulağımıza adeta Roberta Flack’ın ‘The First Time Ever I Saw Your Face’ üfleniyor. Ama asıl dönem vurgusunu Nixon sahne aldığı zaman görüyoruz, ki Başkan’ı canlandıran Kanadalı aktör Mark Camacho muhteşem oynuyor.
Filmin sinematografik açıdan zirvesi ise öyküye yeni eklenen ‘Quicksilver’ (nam-ıdiğer Peter Maximoff) karakterinin Beyaz Saray’da yaptığı şovda kıyıya vuruyor. Süper bir hıza sahip bu hınzır tipleme, saniyede 3 bin kare çekilmiş sahnelerde ‘The Matrix’in sinemaya kazandırdıklarını sanki bir adım daha öteye taşıyor ve bu bölüm, sountrack’ten yükselen Jim Croce’un ‘Time in a Bottle’yla birlikte gözlerimizin ve kulaklarımızı pasını alıyor adeta… Görsel açıdan Robert F. Kennedy Memoriol Stadium’un havalandırılması da filmin bir başka etkileyici yanı (ki öyküde Kennedy’nin de bir ‘Mutant’ olduğunun açıklanması, meseleye ‘Men in Black’ tadı da katıyor).
Oyunculuklara gelince eski ekipten Hugh Jackman, Jennifer Lawrence, Patrick Stewart, Ian McKellen, Halle Berry, Anna Paquin, ‘First Class’ta ekibe katılan James McAvoy, Michael Fassbender, Jennifer Lawrence; hepsi gayet iyiler. Yenilerden Quicksilver’da Evan Peters’ı izlerken bir başka ‘derin’ etki ‘Game of Thrones’un Tyrion Lannister’ından geliyor. Peter Dinklage, Dr. Bolivar Trask’i canlandırıyor (Bu tipleme de aslında uzaktan uzağa ‘Kaptan Amerika’daki ‘HYDRA’ örgütlenmesinin bilimsel kanadı olan Dr. Arnim Zola’yı çağrıştırıyor).
Sonuç? Bu son derece keyifli seyirlik kaçmaz diyoruz. Bir de şu belirtmek lazım, sinemadaki her ‘Zamanda yolculuk’ öyküsü insanı kendi geçmişinin bazı sayfalarıyla buluşturur. En azından bana öyle oluyor. Bu flim boyunca içimden ‘12 Eylül öncesi’ne gitmek geçti. Olmadı 2002’nin başlarına da razıyım, bazılarımızın mazlumdan zalime nasıl dönüştüğünü anlatabildiğim kadar çok insana anlatırdım hiç değilse...
‘Bendim ama ben değildim’
Geçirdiği felç sonrası hayata tutunmak ve yeni bir projeyle mesleğini sürdürmek isteyen bir kadın yönetmenin zaafları ve bu zaafların açtığı daha büyük yaralar... Catherine Breillat, ‘Zayıflığın Esareti’nde (‘Abus de faiblesse’) 2004’de başından geçen bir olayı perdeye yansıtıyor. Kendisi o dönem ülkenin en büyük üçkâğıtçılarından Christophe Rocancourt’u filminde oynatmak isterken söz konusu kişi tarafından dolandırılmış (filmden anladığımız kadarıyla da ‘yasal’ bir şekilde)...
‘Zayıflığın Esareti’ işte bu sürecin nasıl geliştiğini ve yönetmenin ‘Bendim ama ben değildim…’ psikolojisini ne şekilde yaşadığını bize gösteriyor. Filmin özellikle ilk bölümü (felç geçirme ve yönetmen Maud’un bu duruma verdiği tepkiler) Haneke’nin ‘Aşk’ına benzer bir çaresizlik ve hüzün içeriyor. Sonrasında alt sınıfın doğallığına, içinden geleni söyleme ve yapma haline ve de ‘ilkel erkek dürtüleri’ne vurulmuş bir yönetmenin böylesi bir tiplemeyi hayattan filmine aynen katabileceği hissiyle hareket ederken tökezlenme aşamalarıyla haşır neşir oluyoruz….
Isabelle Huppert’in etkileyici performansı ve ‘Rapçi’ Kool Shen’in üçkâğıtçı Vilko’yu ete kemiğe büründüren çabasıyla dikkat çeken ‘Zayıflığın Esareti’, evet yer yer ilginç ve çekici ama bütünüyle bakıldığında çok da çarpıcı bir film değil. Öyküye ‘Bohem’in tanımadığı her şeyi yüceltme ve gereksiz anlamlar yükleme tavrı üzerine kişisel bir deneyim olması bakımından belli noktalarda kulak vermek mümkün ama hele hele bu coğrafyadan bakıldığında insan kendini kaptırmakta zorlanıyor. Mesela ben, “İnsan sarraflığı’ diye bir şey var ve onca film çeken bir yönetmenin bu işte uzman olması gerekir” gibi bir düşünceyle ayrıldım salondan. Ama ‘Zayıflığın Esareti’ her şeye rağmen notu da düşmek gerektiğini de hatırlatıyor galiba; ‘Hepimiz insanız ve sarraf da olsak yanılabiliriz...’