Güncelleme Tarihi:
Güzel güzel gittik. Alitalia beni mahçup etti… zannediyordum ki, dönüşte yaptı yapacağını, neyse ayrı bir yazı konusu bu.
Cumartesi günü erkenden (6 uçağı için 4’te havalimanında olarak) yola çıkıp, öğle sularında Marsilya.
Üç gün, en az ikişer üçer saat, kayınbirader zoruyla ‘Calanques’ adı verilen koylarda, dağ tepe, kilometrelerce yürüyüş. Lastik ayakkabılarla. (yanda)
İki gün şehirde, çocukların bir iki özel alışverişi için kaldırım tepme. (Sahaflara bile gidemedim, düşünün artık…)
Son gün yine 6’de Marsilya havalimanında başlayan ve saat 11’de… ama gecenin 11’inde Atatürk havalimanında sonlanan 17 saatlik bir Alitalia rezaleti.
Neyse, sevdiklerimizi hoş bıraktık, sevdiklerimizi hoş bulduk. Eve döndük.
Böyle ‘yol’ yaptığım zaman yediğimi içtiğimi kendime saklar, gördüklerimi anlatırım size. Adet yerini bulsun diye, sadece dönüş yolundan bir iki anekdotla yetineceğim bu sefer.
*
Marsilya havalimanında, saat 10 olmuş, dört saattir - son anda iptal edilen uçağın yerine - bir bilet ayarlamaya çalışıyoruz. Elli kadar yolcu. Kuyrukta (tek bir görevli var, iyi niyetli ama Einstein’la akrabalığı yok belli ki) saatler geçtikçe gergin sinirler gevşiyor, şakalaşmalar, tanışıklıklar başlıyor.
Bir ara, muamelesinin tamamlanmasını sabırla bekleyen 40’lı yaşlardaki ufak tefek, gözlüklü adam görevliye bağırıyor:
- Kaynanamın mut-la-ka bir an önce gitmesi gerekiyor, anlıyor musunuz!
Bir kahkaha patlıyor tabii grupta:
- Artık dayanamıyorsunuz galiba Mösyö?
- Allah kurtarsın, Allah kurtarsın!
Adam da gülmeye başlıyor. Kaynana duymazdan geliyor…
*
Brüksel havalimanında (Marsilya’dan İstanbul’a uçarken Brüksel de nereden çıktı diyeceksiniz? Anlatacağım…) Coffee Corner’da kahve içen ana oğul. Yaşlı kadın tekerlekli iskemlede. Havalimanında yaşlılara tahsis edilen türden tekerlekli sandalyenin sırtlığı o kadar yüksek ki, inanılır gibi değil. Belki yerden iki metre.
Oğlu baktığımı fark ediyor, ‘Ne kadar yüksek değil mi!’ diyor bana.
- Acaba yelken açmak için düşünülmüş olabilir mi? diyorum ciddi ciddi.
Belçikalı olduğu aksanından belli, adamın yüzündeki ifade o kadar salakça ki, kızım boğuluyor meyve suyunu içerken…
*
Bu arada, uçağa binerken Belçika güvenlik görevlileri sadece bir yolcuyu çevirip, didik didik arıyorlar. O da yolcular arasındaki tek siyah. Tesadüf olsa gerek…
*
Beklerken, yanımızda oturan Trakyalı yahut ‘maacirsık’ bir kadın bana soruyor: ‘Cep telefonunuzu bi’ kullanabilir miyim? Kocamı bi’ aramak istiyorum. Evden çıkarken ütüyü prizden çektim mi acaba?’
Benimki Türk numarası, diyorum ama Belçika’nın uluslararası kodunu söyleyin arayalım.
‘Bilmiyorum’ diyor ‘ben hep buradan arıyorum, dışarıdan hiç Belçika’yı aramadım…’
17 senedir bu ülkedeymiş…
*
Biz beklerken THY uçağı geliyor. Yolcular iniyor. Geri dönüş hazırlığı için 45 dakikaları var. Uçağa ayağımızı atar atmaz ‘memlekete geldiğimiz’ hissine kapılıyoruz: ılık bir ahır kokusu karşılıyor bizi!
*
Birbirini tanımayan iki Türk yolcu cam kenarındaki koltuğu paylaşamıyorlar. Daha doğrusu birbirlerine ikram ediyorlar. ‘Benim için cam kenarı fark etmez, isterseniz buyrun siz oturun…’
İçlerinden biri tartışmayı (bu arada bizi de) bitiren cümleyi buluyor:
- Zaten fark etmez, bütün koltuklar aynı yere gidiyor!
*
Bu arada belli ki köyünden Belçika’ya işçi olarak gelmiş ve burada kala kala ‘şeerli’ olmuş bir kazma biniyor uçağa. Kaşları havada, yüzünde tebessüm, kendinden emin (uçağa alışık) görenmeye çalışıyor.
‘Brüskel’e kendinden sonra geldiğine kanaat getirdiği bir başka Türk gurbetçiye imtihan eden gibi soruyor:
- Ora benim olacak galibamsa… Bak bakim kaç yazıyor elindeki tiket’te?
- F 27! diyor beriki.
Eğilip koltuk numarasına bakıyor, F 27 doğru koltuktur.
- Tamam tamam otur, ben şuraya bi’yere otururum!
*
Kızımla gece havadan göndüğümüz Brüksel’in düzenine hayran kalıyoruz: caddeler iple çizilmiş gibi, sokak lambalarının arası bile standart.
‘Baba, işte medeniyet. Ne güzel şehirmiş Brüksel. Kıskandım vallahi!’ diyor kızım.
Ama çok değil, 3 saat sonra İstanbul intikamını (acı) alıyor.
Uçağımız çok alçaktan uçuyor, yahut hava iyice berrak.
Gece, Anadolu yakasından Rumeli’ye, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün üzerinden geçiyoruz adeta. Dünyada başka Boğaz yok! Böyle bir güzellik yok!..
Derken Akmerkez, Maslak’taki gökdelenler pırıl pırıl, Manhattan mubarek…
Bütün ihtişamıyla İstanbul…
‘Yok yok baba, vaz geçtim’ diyor kızım, ‘Bizim şehrimiz gibisi yokmuş. Gözlerim yaşardı…’
Allah İstanbul’u korusun, diyorum içimden…
*
Sezai Bayar, Sinan Tanyıldız, Şenay Ordu ve Serdar Devrim adına
HEPİNİZE 2007 YILINDA SAĞLIK, AFİYET, MUTLULUK DİLİYORUM!
Ve ‘burada hep birlikte olmayı’ umut ediyorum elbette…
*
Not: Yeni senemi ve Kurban Bayramı’nı e-posta yoluyla kutlayan herkese buradan, topluca teşekkür ediyorum. Tek tek cevap veremediim, affedin, çok mutlu ettiniz beni!