Güncelleme Tarihi:
Bugünkü İstanbul benim çocukluğumda ne kadar değişikse hiç şüphesiz Ahmet Rasimin yaşlılık İstanbul’u da O’nun çocukluk İstanbul’undan o kadar değişikti; İstanbulu çok iyi tanımış yazarların anlattığı büyük şehrin; bu eşsiz yıldızın parladığı daha doğrusu parlamadan sönmiye geçtiği zamanları bile göremedi bizim kuşaklar. Benim çocukluk anılarım işgal yılları, fırınların önünde hayal meyal hatırladığım kalabalıklar, Aksaray’da doğduğum mahalle, Sinekli Bakkal’daki küçük ev, tam karşıda kapısı yokuşun başındaki çeşmeye karşı açılan Gıyaseddin Beyin güzelliğiyle ünlü bahçesi, Langa Cadde’sinden geçen işgal ordusu askerlerinin önlerinde mızıkaları geçişlerini tuhaf bir iç ezikliği şeklinde seyredişim gibi endişeli bir bekleyiş içinde geçti diyebilirim.
1927 yılında Gazi’nin İstanbul’a ilk gelişini kutlamak için Firuzağa’daki büyük ahşap evin limana bakan odalarından birinin penceresine vapur görünür görünmez çekilmek üzere bir bayrak tertibatı bile yapmıştım; benim bayrağın çekilişini Gazinin (o zaman daha Atatürk değildi) muhakkak göreceğinden emindim. Baştanbaşa rum, ermeni taş yapıları, konaklarıyla dolu semtlerde apartman pek yoktu; daha çok bahçeli ahşap evler, konaklar vardı; ama bu ahşap evler, konaklar da artık eski yaşamlarını yitirmişler, oda oda kiraya verilenler bir zamanların görkemli yaşantısını unutup adeta bitkisel bir hayata girmişlerdi. Ama mahalleler bekçileri, delileri, fıkraları, fukara babası zenginleri, haylazlarıyla daha sosyal birer toplum olmaktan çıkmamışlardı; aşağı yukarı herkes birbirlerini tanır, birbirinin yardımına koşmaktan çekinmezdi; bizim evin bahçesindeki havuzun temizlenmesi, suyunun değiştirilmesi, kıpkırmızı balıkların leğene aktarılmasında bütün mahallenin çocuklarının, gençlerinin elbirliğiyle çalıştıklarını hatırlarım. İnsanların üst üste itişe kakışa yaşadıkları bir yer olmamıştı İstanbul daha o sıralar; sokaklarda sakallı bıyıklı koskoca dana gibi herifler gelenin geçenin kafasını gözünü düşünmeden ilerinin büyük futbol yıldızı olmak için böğüre böğüre plastik topa tekme sallamazlardı. Çocukların oyun alanları da kendiliğinden çocuk bahçeleri şeklinde oluşmuş bitmez tükenmez yangın yerleriydi. İstiklal Savaşı bitmiş babam İstanbul’a dönmüştü; bir gün bir arkadaşıyla elimden tutup okula yazdırmaya götürdüler beni, Beyoğlu’yla sürekli ilişkim böyle başladı.
(Yakutiler, Cihat Burak, Simavi Yayınları, 1992, 1. baskı)