Güncelleme Tarihi:
Her gün farklı fotoğraflarını gazetelerde gördüğünüz ünlüler de bir zamanlar çocuktu. Herbiri bugün kendi alanında başarılı olan isimler, yeni bir
bin yıllık sürece girerken, çocukluk fotoğraflarını da
geçmiş milenyuma bırakıyorlar...
Fotoğraflar... En güzel anları sonsuza dek saklayan kareler... Belki bir doğumgünü partisi, bir aile fotoğrafı, sevgilinizle birlikte yaşadığınız o en mutlu an, ya da çocukluğunuzdan kalma siyah-beyaz görüntüler. Çoğunlukla hayatımızın en mutlu, en eğlenceli zaman dilimleri yansıtılır fotoğraf karelerinde.
Biz de istedik ki; her gün gazetelerde boy boy fotoğrafları yayınlanan ünlülerin siyah-beyaz günlerine dönelim. Hepsinin ‘‘Neredeyse en güzel günlerimizdi’’ dedikleri çocukluk günlerine... Yani on gün kadar sonra ‘geçen milenyumun çocuklarıydı onlar‘ diyebileceğimiz günlere...
İşte karşınızda en şeker halleriyle ünlüler ve onların akıllarına ilk gelen çocukluk anıları...
Lale Mansur
Üç tane ağabeyim var. Ailede tek kızım ve en küçüğüm. Dolayısıyla çok şımartıldım. Çocukluğumuzda bu durumdan sanırım biraz rahatsız olan ağabeylerim: ‘‘Baksana bu ailede sırf erkek var. Kız çocuk olması mümkün değil. Maalesef sen bizim ailemizden değilsin. Biz seni hıyarcıdan aldık’’ dediler. Buna çok üzüldüm, günlerce ağladım. Bir gün arabayla gidiyoruz. Tam köşeyi döndük. Yaşlı bir adam, salatalıkları dizmiş, satmaya uğraşıyor. Bizimkiler: ‘‘İşte! Lale'nin gerçek babası bu adam’’ diye bağrışmaya başladılar. Ağlamak üzereyim, annemle babamdan destek bekliyorum o an. Onlar da: ‘‘Üzülme kızım, üzülme. Ağabeylerin şaka yapıyor’’ diyorlar. Aradan çok, çok uzun yıllar geçti. Baleyi bırakma aşamasında bir sene psikiyatra gittim. Nereden açıldı hatırlamıyorum ama konu ağabeylerimin bana yaptığı şakaya geldi. Psikiyatrım etkilenip etkilenmediğimi sordu, ‘‘Üç yaşındaki bir çocuk böyle bir şeyden etkilenir mi hiç’’ dedim. Fakat bu durumdan aşırı derece etkilendiğim ortaya çıktı. Yani ben tek kız çocuğu olmanın verdiği şımarıklığın yanı sıra evlatlık bir çocuğun korkularını, komplekslerini de ruhumda barındırıyormuşum. Ağabeylerime söylediğimde çok üzüldüler. Elbetteki böyle olacağını bilemezlerdi. Fakat ben bu ruh halinin oyunculuğumu zenginleştirmesi açısından avantaj olduğunu düşünüyorum.
Tan Sağtürk
Çok yakın bir aile dostumuz vardı. Işıl Hanım bale hocasıydı ve özel bir bale okulunun sahibesiydi. Evlerine konuk olduğumuzda benim tek eğlencem, üzerinde parmağımla şekiller çizerek saatler geçirdiğim kadife halıydı. Bu arada konuşulan her şeye de kulak misafiri olurdum. Işıl Hanım, benim için: ‘‘Tan çok yetenekli bir çocuk. O gerçek bir prens. Üstüne düşülmesi gerekiyor’’ derdi. Ben ilgisiz görünürdüm, ama yine de kulağım onlardaydı. Söylenenlerden etkilendiğimi de itiraf etmeliyim. Halının üzerine parmağımla boş bir sahne çizerdim. Karşısında seyirciler olurdu. Kendimi de seyircilerin arasında otururken görüntülerdim. İşin ilginç tarafı hayatımda hiç tiyatroya, baleye, operaya yani sahnesi olan bir yere gitmemiştim. O yıllarda televizyonumuz da yoktu. Annem, babam devlet memuruydu zaten. Türkiye'ye siyah-beyaz televizyon geldikten iki sene sonra alabilmiştik ancak. Televizyon alacak durumumuz yok. Siyah-beyaz ekranda gördüm gerçek bir sahneyi. Kadife halı üzerine çizdiğim sahneye öyle benziyordu ki, anlatamam. Bu benim için çok özel bir anı. Bugüne dek ikibinbeşyüz temsil verdim. Bazılarında gözümün önünde oluşan bu anıyla dansettim. Şimdiki çocuklar çok şanslı. Bir çok şeyle içiçe büyüyorlar.
Kenan İmirzalioğlu
Ankara'nın Bala Köyü'nde doğdum, büyüdüm. Köyümüzde hepimizin çok sevdiği, saydığı yaşlı bir dede vardı. Beni ne zaman sevmeye kalksa canımı acıta acıta, yanaklarımı mıncıklayarak severdi. Gerçi itiraf etmek zorundayım. Ben de küçük çocukları yumuşak, nazik hareketlerle sevemem. O zaman sevgimi tam anlamıyla gösteremiyormuşum gibi hissediyorum. Neyse yine anımıza dönelim... Dedemiz birgün yine aynı şekilde sevgi gösterisinde bulunurken: ‘‘Dede, sen beni seviyor musun?’’ diye sordum. O da beni çok sevdiğini söyledi. ‘‘Peki seviyon da niye bir yandan da dövüyon?’’ dedim. Bu yaşa geldim, aile arasında hala fıkra gibi anlatılan bir anıdır bu! Bir de ilkokulda aşık olduğum bir kız vardı. Onu nasıl beğeniyorum, anlatamam. Babama kızı çok sevdiğimi söyleyince benimle dalga geçti. Ben de cevap hemen hazır: ‘‘Valla baba görsen sen de aşık olursun!’’ Yıllar sonra o kız arkadaşıma yeniden rastladım. Hatta imzalı resmimi bile verdim. Görüyorsunuz nereden nereye...
Arzu Kaprol
Bursa'dayken annemin bir modaevi vardı. O tarihlerde Bursa Belediye Başkanı'nın kızının nişanı olacak ve kıyafetini de annem dikiyor. Modelini de çok iyi hatırlıyorum. Şöyle; yukarıdan başlayıp aşağı doğru inen istiridye kabuğu şekillerinden oluşuyor. O zamanlar daha renkli ipek yok. Ham ipeği alıp parça parça boyuyorlar. Pembeden, yeşile kadar her renk içinde var. Neyse annem elbiseyi hazırladı, o akşam gelip teslim alacaklar. Ertesi gün de nişan töreni İstanbul'da gerçekleşecek. Annemin yanında çalışan kızlar gitti. Artık dükkan kapanacak. Annem elbisenin bulunduğu odaya giriyor. Ben de bir kenarda beş, altı yaşın verdiği bütün sevimlilikle ve dünyanın en masum kızı edasıyla oturuyorum. ‘‘O kadar yorgunum ki; bu elbiseyi acayip bir şekilde görüyorum’’ diye düşünüyor annem. Yaklaştıkça yerde bir takım renkli kumaş parçaları dikkatini çekiyor. Ve sonunda annem kocaman bir çığlık atıyor! Gördüğü görüntü inanılmaz. Bir kenarda sakin sakin oynayan ben; yerlere kadar uzanan elbiseyi, parça parça keserek neredeyse mini eteğe çevirmişim! Annem hemen Belediye Başkanı’nın kızını arayıp durumu bildirdi. ‘‘Bu gece uyumayacağım. Ne yapıp, edip halledeceğim’’ dedi. Fakat akşamın bir vakti. Dükkanlar kapalı. O sırada kepenklerini henüz indirmekte olan dükkan sahipleriyle karşılaşıyor. Yalvarıp, yakardıktan sonra ham ipekleri alıyor ve sabaha kadar tek tek boyuyor. Beni sorarsanız, annemin çığlığından sonrasını hatırlamıyorum zaten!
Yonca Evcimik
Hayal meyal hatırladığım ilk anım; bebeklerimin elbiselerini ütüleyeceğim diye evimizi yakmam. O gün rahmetli babaannemle birlikteydik. Aklıma nereden esmişse ütü yapmaya karar vermişim. Bu arada hemen belirtmeliyim, henüz ikibuçuk yaşındayım. Tek hatırladığım evimizin cayır cayır yanması, itfaiyeler, patırtı, gürültü... Bende çok macera var tabii ki! Yine ikibuçuk yaşındayken babaannemi ve ablamı mutfağa kilitleyip bir de parka kaçma maceram var. ‘‘Parka gitmek istesem izin vermeyecekler nasıl olsa’’ diye düşünmüş olmalıyım ki; bizimkileri kilitledim ve o yaştaki bir çocuğun gidemeyeceği uzaklıktaki parka kaçtım. Sonradan anlatılanlara göre, ablam mutfak penceresinden apartman boşluğuna inmiş. Oranın kapısı kilitli olduğu için bağıra çağıra komşulardan yardım istemiş. Sonra da gelip beni bulmuşlar. Yalnız benim parkta olabileceğimi nasıl aklı ettiler onu hala bilemiyorum!