Geceleri sokağa çıkar bağırırdım

Güncelleme Tarihi:

Geceleri sokağa çıkar bağırırdım
Oluşturulma Tarihi: Şubat 11, 2007 00:00

Önce Zaman Gazetesi’ndeydi. Harvard mezunu parlak bir gazeteci. Zaman’daki değişiklikler herkesin dikkatini çekti, "Kim bu adam?" diye sormaya başladılar. Ama asıl soru, Zaman’dan Doğan Grubu’nun Referans Gazetesi’ne gelince soruldu: "Kim bu adam?" O adam, Eyüp Can. Yazar Elif Şafak ile evli. Beş aylık bebekleri var: Zelda Şehrazat. Umarım bugün ve yarın okuyacağınız bu röportaj onu biraz tanımanıza yardımcı olur...

Nasıl bir çocukluk sizinki?

- Sevgiye boğulmuş bir çocukluk.

Ne güzel işte!

- Bilmem artık güzel mi değil mi...

Nasıl yani? Şikayetçi misiniz yoksa?

- Beş kızın üzerine doğan erkek çocuk olsaydınız, ne demek istediğimi anlardınız. Erkeği bulana kadar gidiyorlar. Sonunda da buluyorlar. Onlar beni sevdiklerini, şımarttıklarını zannediyor ama bu bende, "boğulma" olarak tezahür ediyor. Kendimi bildim bileli, bir çift göz beni izlerdi, ya annemdir, ya ablalarımdan biri: "Eyüp koşma, Eyüp karşıdan karşıya geçme, Eyüp ağaca çıkma, Eyüp terli terli su içme..." Bir süre sonra tabii o sevgi, o ilgi, bir işkenceye dönüşüyor. O yüzden her fırsatta evden kaçardım...

Kaçardım derken...

- Mahalleden arkadaşlarla bir başka şehre giderdik. Ailem duysa, cinnet geçirecek biliyorum, bildiğim halde gidiyorum. Dönüyorum, bakıyorum, hepsi cinnet geçirmiş. Karakollar, hastaneler, her taraf aranmış, babam inanılmaz öfkeli, annem baygın. Bir şekilde affediliyorum ama yine durmuyorum. Sonunda çözümü, temelli olarak evden taşınmakta buldum. Orta 3’te babama "Ben yurda çıkacağım" dedim. "Olmaz öyle şey. Daha çok küçüksün!" dedi. Ben de "İyi ama ben bu evde ders çalışamıyorum" diye itiraz ettim. Söyleyecek laf bulamadılar. Yazın üç ay gittim. Gidiş o gidiş. Orta sonda, ailemden bir anlamda koptum. Bugün, artık bir yetişkin olarak şöyle değerlendiriyorum: Aşırı sevgi, tuhaf bir şekilde, insanda özgürlüğü elinden alınıyormuş duygusu yaratıyor. Kopuşumun sebebi buydu. Yoksa ailemle bir sorunum yok.

O zaman siz, yalnız büyüdünüz gibi bir şey...

- Evet. Kendi tercihimdi. Ve 13 yaşında evden ayrılmak, benim için dönüm noktasıydı. Sonra hayat, kendi başıma kurgulamam gereken bir şeye dönüştü.

Kurguladınız mı peki?

- Öyle de denilebilir. Benden beklenen kaymakam, mühendis ya da doktor olmamdı ve baba ocağı Adana’ya geri dönmemdi. Öncelikle bunların hiçbirini istemediğime karar verdim. Adana benim çocukluğuma damgasını vurmuş bir şehir, ama şiddetli bir Adananlılık hali de yok bende. Zaten iddialı hedefler peşinde koşan biri de değilim. Hep şuna inandım: "Sen kendini hayatın akışı içinde bir şeyler yapmaya hazırla, sen iyi ol, ama her anlamda, gerisi gelir..." Bunları, dedemden öğrendim. Mistik bir yanı vardı dedemin...

ROL MODELİM DEDEMDİ

Neyi kastediyorsunuz?


- 80 yaşından sonra gözleri kapandı. Hiç unutmuyorum, bir gün, panik bir halde bir takım cinlerin saldırıya geçtiğini, onu hiç uyutmadığını anlattı. Ben de çocuk halimle dinliyorum. Bu arada cinlerin eşkalini veriyor: Kim geldi, nasıl geldi, boyu kaç, eni kaç, hepsini tarif ediyor. Yarı hayal, yarı gerçek bir dünya. Ve ben dedemi çok seviyorum. Hayatta da yalan söylemeyen bir adam; uyduruyor-kuruyor gibi şeyleri aklımdan dahi geçirmiyorum. Onun o sürreal dünyasına, o çocuk halimle girdim. Sonra dedem, o cinlerle, dost olmaya başladı. Kötüleri gitmiş, sadece iyileri kalmış. Onlarla birlikte turluyor, hiç gitmediği şehirlere sanal seyahatler yapıyor. Ve oraları bana anlatıyor. Mesela İstanbul. Hiç görmediği bir şehir. Ama hep anlatırdı. Ortaokulun sonunda kısa bir seyahat için İstanbul’a geldim. Aman Allah’ım, dedemin anlattığı gibi. Tıpkısının aynısı. Çok şaşırdım. Bugün bile izah edebileceğim bir şey değil bu. Bir de, mütevekkil bir adamdı. Hayatla barışık. Hırslarını her şeyin önüne koymayan bir adam...

Rol model dede yani!

- Evet. Babam mesela, benim için tersinden rol modelidir. Ona bakıp bakıp, "İşte olmak istemediğim adam" diyordum. Çok asabidir ve dünyanın en sabırsız adamıdır. Dahası otoriterdir. Onun o halinden hiç hazzetmedim. Herkesi mutsuz ederdi. Sürekli kızan, öfkelenen biri. Dedem ise tam tersi. O küçük yaşımda kendi kendime söz verdim: "Babam gibi olmayacağım." Olmadım da...
Hürriyet
Liseyi bitirince İstanbul’a geldiniz. Gazetecilik okumanızın özel bir sebebi var mı?

- Herhalde bu mesleğin, maceraya açık olmasının etkisi vardır. Bir de tabii sosyal bilimlerle uğraşmak istiyordum. İstanbul Üniversitesi İletişim’e isteyerek girdim ama sonra çok büyük hayal kırıklığı yaşadım. Açığı telafi etmek için de bir an evvel mesleğe atılmaya karar verdim. Okul bittiğinde pek çok ajansta ve televizyonda staj yapmıştım. Görsel ve yazılı medyanın neredeyse her alanında çalıştım. Ama yazılı basının bana daha uygun olduğuna karar verdim, Zaman Gazetesi’ne röportajlar yapmaya başladım...

Zaman’ı seçmenizin özel bir sebebi var mı?

- Doğal olarak öyle gelişti. Muhafazakar bir camiadan geliyordum. Ailem, çevrem... Bir de Zaman’da arkadaşlarım vardı, şu an yayın yönetmeni olan Ekrem Dumanlı çok eski arkadaşım. Dolayısıyla, kendimi orada buldum. Bir süre sonra bana "Yönetici ol" dediler. O zaman daha henüz 22 yaşındayım. "Hayır" dedim. "Peki sen ne yapmak istiyorsun?" dediler. "Bana müsaade edin, yurtdışına gideyim, master yapayım..." İtiraz ettiler ama kararlıydım. Boston’a gittim ve master için, kafadan Harvard Üniversitesi’ne başvurdum. Kabul edildim. Boston dönemi, hayatımdaki ikinci dönüm noktasıdır. Amerikalı bir ailenin yanına çıktım. Yahudi bir aile. Kocasından boşanmış bir kadın, bir sevgilisi ve iki çocuğu vardı. Orada Amerikan aile dinamiklerini tanıdım. Büyük kızı benden iki yaş küçüktü, uyuşturucu kullanıyordu. Bir gece komaya girdi, eroinden, ambulanslar filan geldi...

E siz de o ailenin bir parçası sayılırsınız. Ne yaptınız peki?

- Ne yapacağız, kızı hastaneye yetiştirmeye çalıştık...

Bir kültür şoku yaşamıyor musunuz!

- A biraz film setindeymişim gibiydim tabii...

PAKO BANA İYİ GELDİ

Uyum sağlayabildiniz mi?


- Tabii. Muhafazakar bir çevreden geliyorum ama esnek olabilirim. Nereye gidersem oraya uyum sağlarım. Sonra Şilili bir ev arkadaşım oldu: Pako. Yaklaşık iki yıl aynı evde kaldık. O da müthiş bir deneyimdi. Pako’nun hikayesi, Şili tarihi gibi. Anne sosyolog, feminist ve liberal bir kadın. Baba muhafazakar bir sağcı. Gençliklerinde evleniyorlar. Anne, Allende iktidara gelsin diye uğraşıyor. Allende’nin iktidara gelmesiyle birlikte, ailede yavaş yavaş homurdanmalar da başlıyor. Mülkiyet Yasası değiştirilince, ailenin şarap bağları ellerinden gidiyor. İnanılmaz bir travma. Annesinin savunduğu iktidar, babasının mallarını elinden alıyor. Baba mücadeleye başlıyor. Bir süre sonra ortadan kayboluyor. Ölüp ölmediği bile bilinmiyor, bir yıl sonra kapı çalıyor, Pako annesine, "Kapıda bir dilenci var" diyor. Bir bakıyorlar, babası, perişan vaziyette. İdeolojik farklılıklar dayanılmaz hale gelmiş, ayrılıyorlar. Sonra bir önceki hikáyenin tam tersi yaşanıyor, anne Pinochet’den kaçan solcu arkadaşlarını, Pako’nun babasına ait mekanlarda saklıyor. Tabii ki babasının bundan haberi yok. Bu yüzden Pako her şeyi ama her şeyi sorgulayan biriydi. Dayısı şu anda Şili’nin başpiskoposu. Onunla sabahlara kadar din, felsefe ve psikoloji konuşurduk. İkimiz için de çok eğiticiydi. Dedemden sonra Pako bana çok iyi geldi.

Peki ya Amerika’dan dönünce ne oldu?

- Zorlandım. Akademik hayata mı devam edeyim, ne yapayım? Bilkent Üniversitesi’nde doktoraya başladım. Ama sonra akademik hayattaki katılık beni ürküttü, bir de gazetecilikten kopamadığımı fark ettim. Üç yıl Zaman Gazetesi’nde çalıştım...

Hayatınızdan memnun değil miydiniz ki, Doğan Grubu’na transfer oldunuz?

- Zaman’ı yeni bir gazeteye dönüştürmek için yola çıktığımızda, Ekrem Dumanlı’ya "Üç yıllık anlaşma yapalım, üç yıl sonra ayrılırım" dedim. Güldü. Ama üç yılın sonunda, ben gerçekten ayrılmak istediğimi söyledim. Bir gazeteyi yepyeni bir şeye dönüştürmek çok heyecanlı bir işti ama artık görevim bitmişti. Bana Moskova temsilciliğini önerdi. Cazip geldi. Bilmediğim bir kültür. Hemen ev tuttum, vize işlerimi hallediyordum ki, Vuslat Doğan’la Ertuğrul Özkök, yeni çıkacak bir ekonomi gazetesinin başına gelmemi istediklerini söylediler. "İyi ama benim backround’um ekonomi değil" dedim. "Tam da bu yüzden seni istiyoruz" dediler. Kanıma girdiler. Hatta Ertuğrul Bey, "Moskova hep orada, sıkılırsan gidersin" dedi. Yepyeni bir alanda nereye kadar gidebileceğimi ben de merak ettim. Ve Referans macerası başladı...

KONTROLSÜZLÜKTE GİDEBİLECEĞİM KADAR GİTTİM

Bir sürü yönetici tipi var. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Hazreti Eyüp kadar sabrınız varmış. Doğru mu?

- Benim de öfkelendiğim, kızdığım anlar var. Ama çok nadir. Öfkelenen biri değilim. Gerçi bu hem iyi hem kötü bir şey...

Neden?

- İyi taraflarını biliyoruz. Kötü tarafları ise dışarıdan görünmüyor. Öfkelenmemek için kontrollü olmak gerekiyor. Bu da aslında, hayatı dibine kadar yaşamanın önünde bir engel. Fren yapman icap ediyor. Dikkat etmen gerekiyor. Derken bir bakıyorsun, bu, senin kişiliğin olmuş. Bu yüzden bir sürü şeyi ister istemez ıskalar hale geliyorsun.

Belli ki hayatınızın bir döneminde bunun da sorgulamasını yapmışsınız...

- Yapmaz mıyım? Pako ile yaptım. Bir gün geldi, "Beynini, kalbini çok seviyorum ama sana bir eleştirim var. Seninle konuşurken hep şunu hissediyorum" dedi, "Sen şaşırma duygunu yitirmiş bir adamsın. Hiçbir şeye hayret etmiyorsun ve şaşırmıyorsun. Sürekli kontrollüsün." Bu tespiti beni şoke etti. Tokat gibi geldi. Bir tarafıyla hoş, hani "İnsana dair hiçbir şey beni şaşırtmıyor" lafına gönderme, felsefi bir tarafı var, ama bir tarafıyla da, "O kadar mı duyarsızım ben!" diye kendimden nefret ettim. "Eğer böyle bir adamsam iğrenç bir şey bu, değişmeliyim. Avantaj gibi görünen şey aslında dezavantaj." Sonra da kontrolsüzlükte gidebileceğim kadar gittim.

Nasıl yani?

- Somutlaştırınca komik olacak. Ben hayatta bağırmam. Bağırmayı denedim. Bir dönem, gece 11-12 gibi sokağa fırlayıp, yarım saat bağırıp, saçma sapan şeyler söylüyordum. Bitkilerle konuşuyordum. Bunun gibi mantıksız şeyler. Ve bu kontrolsüzlükler, benim o aşırı kontrollü halimi dengeledi. Şimdi mesela kendimi çok kontrollü bir adam olarak görmüyorum. İlle de her konuştuğum lafı seçeyim ya da en doğru lafı edeyim diye düşünmüyorum. Hayatı, bütün kusurlarımla yaşamaya çalışıyorum.

Peki sabır?

- O hep var. Çocukluğumdan gelen bir şey. Onun olumsuz bir yanını görmedim.

Tutarlı, dengeli, tahammüllü...

- Hayatımda bir tutarlılık olsun isterim ama bir sürü de tutarsız tarafım vardır. Allah’tan var. Sadece dengeye konsantre bir insan olursanız, bir sürü sonra, en büyük dengesiz haline gelirsiniz.

FETHULLAH GÜLEN ETKİSİ

Fethullah Gülen’in yetişmenizde ve şekillenmenizde etkisi var mı?

- O çevrenin içinde büyüdüğüm için, tabii ki üzerimde etkisi var...

Ne demek "o çevre"?

- Ailem, etrafım, yetiştiğim çevre işte... Dindarlık tabii ki var. Ama bende, bu topraklarda yeşermiş birçok mistik kültürün etkisi var. Hepsi bir şekilde sızıyor. İlle de sadece birine ait olayım gibi bir duygum hiç olmadı. Aynı şey ideolojiler için de geçerli. Hayatım boyunca bir sürü fikirle karşı karşıya kaldım, hoşuma giden bir şeyler varsa bende kaldı, hoşuma gitmeyenlere sırtımı dönüp, yürüdüm. Fethullah Hoca’nın eğitim konusundaki misyonu beni çok etkiledi. Dini cemaatlerin veya hareketlerin ulusal boyuttan çıkıp, küresel arenada bir rekabete girmeleri bence müthiş bir şey. Çünkü bu aslında onların kendini ciddi bir şekilde sorgulamaları sonucunda oluyor. Algılarının ne kadar açık olduğunu gösteriyor...

Ben bir Amerikan okulunda okudum. Muhtemelen, zamanında Hıristiyanlığı yaymak için kurulmuş bir okuldu. Gülen’in Tanzanya’daki ya da Kore’deki okulları bu türden bir şey mi? Bir tür misyonerlik mi?

- E tabii. Tam misyonerlik adıyla yapılmıyor. Ama bir misyon var. Dünyaya, kendi inandığı değerleri eğitim yoluyla yaymak...

Bu kadar masum bir şeyi mi bu?

- Bunun masum olan ve olmayan boyutlarını analiz etmek mümkün. Şimdi girersek çıkamayız. Bir gün isterseniz, sadece bu meseleyi konuşuruz.

Meslek hayatınızda suçlandınız mı Fethullahçı olmakla, üzerinize bu gerekçeyle çok gelindi mi?

- E tabii. Zaman’da çalışıyorsun, o zaman Fethullahçısın, ocusun, bucusun. Bu, Türkiye’deki hastalıklardan bir tanesi. Mutlaka bir şekilde bir etiketin içine hapsediliyorsun. Bu aslında Türkiye’deki yaygın cemaatçi kültürün sonucu. Adeta birey olarak varolamayışınız kafanıza kafanıza kakılıyor. Oysa içinde yaşadığım toplum, kültür ve kodlara rağmen birey olabilir ve öyle de kalabilirim.

Pek çok komplo teorisine maruz kaldınız anlaşılan.

- Tabii. Hálá kalıyorum. Bu röportajdan sonra da kalacağım. Çünkü Türkiye, paranoyanın ileri derecede olduğu bir yer.

YARIN: EŞİ ELİF ŞAFAK’LA İLİŞKİSİ
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!