Gazeteci histeriktir

Güncelleme Tarihi:

Gazeteci histeriktir
Oluşturulma Tarihi: Nisan 18, 1999 00:00

Haberin Devamı

Hakkı Devrim. Üstat gazetecilerden. Ansiklopedi gibi. Bir sürü ciltten oluşuyor. Tek bir adamla karşı karşıya kalacağınızı zannederseniz yanılırsınız; her harfinden başka bir madde, başka bir Hakkı Devrim çıkıyor. İnsan, sadece onun 70'inde olduğuna inanamıyor. O kadar diri, o kadar RADİKAL, o kadar genç ki...

Yaşlanmak nasıl bir şey?

- Kendimi hep olduğumdan beş yaş fazla söyledim. Ürktüğümden mi, yoksa karşımdakini ürkütmek istediğimden mi? Ya da umursamamak? Bilmiyorum. Çocuklarım pek eğlenirdi. ‘‘Ne zararı var ki, belki hürmetle karşılanmak istiyorum’’ derdim. Cidden aldatmışımdır insanları.

Ama şimdi 75 demiyorsunuz.

- Evet ama yaşlılık da herşey gibi ikiye ayrılır. Yavaş yavaş ölüme mi yaklaşıyorsun, sakatlıklar mı başlıyor, iç uzuvlarını hissetmeye mi başladın, nefesin mi kesilmeye başladı? İşte bu birinci türü. Bu tarz yaşlılığı henüz tanımıyorum ben, ucuz kahramanlık etmiş olurum yorum yaparsam. Yaşıtlarım arasında çoktan kaybettiğimiz arkadaşlarımın sayısı da çok fazla bu arada. Ağrı ve sancılarım olmadığı için, yaşadığım süreci yaşlılık sayma hakkını kendimde pek de bulmuyorum. Haksızlık gibi geliyor. Haline şükret derler.

Peki ya o diğer türü?

- İşte oraya geliyorum. Gençlere şunu söylemek lazım: Bir vesileyle uyuşturucu müptelalarıyla yapılan bir çalışmada öğrenildi ki, beyinde bir merkez var. Acıyan yerimize büyük bir hızla uyuşturucu sevkediyor ve biz o acıların sadece yüzde 15 kadarını hissediyoruz. Oysa, o acıların çoğunda bayılabilir hatta ölebilirmişiz. Tabii ki bu beyin denilen şey bir mucize! Yani ölüme çok yaklaştığın zaman da buna benzer bir şey oluyor: Bazen hayret ediyorum, ölümü neden düşünmüyorum diye. Oysa bu safhada düşünmek lazım, size hatırlatan vakalar oluyor, arkadaşlarınız ölüyor. İnsanın yaşıtlarının gitmeye başlaması, yani yatay ölüm, (ben ufki ölüm derim ona), dikey, sıralı ölümden daha acı ve düşündürücüdür. Yine de, bir mucize kabilinden, oysa ki biliyorsun tren geliyor, çoktan İzmit'i geçmiştir, ama ben hala küçük bir aşk romanı okuyabilirim diyorsun, öyle hissediyorsun.

Ben tam anlayamadım.

- Çocuk yaşımızdan beri böyleyizdir. Hiç kimse anlamsızlığın anlamına bulanmış olarak yaşayamaz. Ama o gri binanın köşesinden dönerken, yağmurlu bir gecede, birden karşılaşırsınız namertle: O anlamsızlık hissiyle! Camus de Sartre da bu ‘‘absurdite’’ hissini çok iyi anlatırlar. Şimdi bu anlamda ölümle de insan rastlaşır, düşünce olarak, yol boyu. Anneni, babanı, çok yakınlarını kaybetmen sebebiyle, ölüm gelir gider, tıpkı o ‘‘absurtide’’ hissi gibi, o his de ölüme yakın bir boşluktur. İnsan yaşlanınca o daha reel olarak geliyor. Ama aynı seyreklikte! Daha sık değil! Çünkü yaşlandığın zaman da, beyin, seni bugün korumaya devam ettiği gibi korumaya devam ediyor. Bu anlamda seninle benim aramda büyük bir fark yok.

BEN çok EGOİSTİM

Sevdiklerinizin kanını mı kurutursunuz, yoksa onların hayatını mı kolaylaştırırsınız?

- Şu an bizimle en çok birlikte olan, en büyük torunumuz Selim Can. O altını çizdiği için babaannesinin nasıl kanını kuruttuğumu daha açık görüyorum! Çünkü o şöyle şakalar yapıyor, daha doğrusu beni uyarıyor. Birlikte sofraya oturuyoruz mesela, ikinci, üçüncü lokmadan sonra diyor ki babaannesine, ben ona Lülüş derim, ‘‘Lülüş, kuzum bu eti sen nereden aldın?’’ Biliyor, o sual Lülüş'ü çok sinirlendiriyor. Torunum aslında beni taklit ederek eleştiriyor!

Demek çok yemek seçiyorsunuz ve eşinizi deli ediyorsunuz?

- Hayır yemek seçmem, sadece yapılan farklı yemekleri beğenmem! Huysuzum ben. Lülüş de sinirleniyor doğal olarak, özenerek yapmış çünkü. Diyorum ki, ‘‘Kusura bakma, memur çocuğuyum ben, mütevazi imkanlarda yetiştim. O kadar yemek çeşidi bilmiyorum’’. İtiraf ediyorum; çekilir bir adam olmadığım kanaatindeyim. Ben çok egoistim.

ilk yaLNızlıktan farklıdır

‘‘Bir erkek, koca olarak tencere kapağı gibidir bir kadın için, yüktür, yüktür!’’ diyorsunuz, siz ne demek istiyorsunuz?

- Siz benim bunu kısık sesle söylediğimi işitmişsiniz ama bunu yüksek sesle söylersem en az rahatsız etmek istediğim kişileri fazlasıyla rahatsız ederim. Çünkü bu, kadın- erkek ilişkilerinin özellikle de son safhasıyla alakalı bir şey. Yaşlılığın ileri derecelerinde, kadın ve erkek bir kere daha yalnız kalırlar ve bu ilk yalnızlıktan çok farklıdır.

Aynı evde yaşarlar ama yalnız kalırlar, öyle mi?

- Evlilikte huzurun devamı, mutluluğun ise lazım şartı, bir aradayken yalnız kalabilmektir.

Bir ‘‘yalnız kalmak’’ vardır, hani birinin diğerine alan, nefes alabilmesi için fırsat tanıması, bu müthiş birşey, sizin deyiminizle mutluluğun lazım şartı; ama bir de ‘‘yalnızlık’’ vardır. Siz hangisinden söz ediyorsunuz? Üstelik bunun yaşla ne alakası var, ben anlayamadım.

- Kasdettiğim yalnızlık, izahı zor bir yalnızlık. Kadın ve erkek çok acaip bir macera yaşıyorlar. İki kişi buluşuyor ve zamanla kalabalıklaşmaya başlıyor. Ummadıkları nispette yakından benimseyecekleri insanlardan oluşan küçük bir kalabalık oluşturuyorlar. Sonra, tabiatla kadın arasında erkeğe karşı sinsi bir ittifak bulunduğu için, başlangıçta erkeğe daha yakın olan karısı, çocuklarıyla, torunlarıyla yeni bir ittifak kuruyor. Bunu kıskanıyorsunuz çünkü o çocuklar ve torunlar size de aynı derecede yakın. Ama tabiat bu! Sana hep çok saygılı davranırlar ama aralarında anlaşırlar ve sen sivri külah gibi yalnız kaldığını hissetmeye başlarsın...

Siz bunları aile içinde konuşsanız size paranokyaksın baba demezler mi?

- Bana herşeyi söylerler. Her türlü tenkidi ederler. Oğlumla çatışmayız, erkekler bu meselelerde, doğaları gereği daha dikkatlidir. Ama kızım, başımın belasıdır. İtiraz etmediği şeylerin oranı, yüzde iki veya üçtür!

AKIL ALMAZ BİR KADIN

Evlilik ile aranız nasıl?

- Bence akıl almaz bir kadınla evliyim ben. Çerkes. Bu kadar fedakarlık isyan ettirici bir şey. Haksızlık. Tabii ki bana karşı fedakarlıklardan çok hazzediyorum ama hiç olmazsa orada dursun. Haydiii çocuklar, haydiii torunlar, haydiii benim akrabalarım! Yani benimki iyi bir evlilik dersem, haklı bir cevap olmaz: Bu kadar kısa söylenmemesi gereken bir şey. Tabii çok saygı duyuyorum, egoist olduğum için yapamadığım şeylere çok saygı duyarım! Ama sözünü ettiğim sadece üniversite yıllarından başlayan, 46 yıllık bir evlilik münasebeti değil, Gülseren benim erkek arkadaşım da olsaydı, ben aynı hisleri besleyecektim kendisine...

Bunca yıl sonra bitmeyen neyiniz var? Aşk, dert, sıkıntı, kavga, güven, saygı, ne?

- Saygı çok ağır basıyor. Ama sizli bizli konuşmuyoruz. Cici kelimeler kullanmıyoruz. Ama öyle yahu mahu da demiyoruz birbirimize. En küçük bir yabancı varsa bile yanımızda o Hakkı Bey diyor.

ben MÜTHİŞ horlarım

Hala sıkı sıkı sarılınıyor mu geceleri?

- Yoo, ben aynı odada yatmam. Çünkü bir kere ben ışıkta uyurum. Mutlaka! Işık söndüğü vakit, mum yakmam lazım, her zaman böyleydi, Gülseren çok seneler katlandı buna. İkicisi müthiş horluyorum ben. ‘‘Hayır, horlamıyorsun’’ diyor. Böyle şey olur mu? Üst kattan çocuklar duyuyor da, sen nasıl duymuyorsun? ‘‘Horlasan, söylerim’’ diyor. Çıldırırsın yani! Ben kırılmayayım diye! Belli bir yaştan beri, onun odası ayrı, benim odam ayrı. Dışarıdan bakıldığı zaman, renkli bir evlilik değil bizimki ama şunu söyleyeyim mi: 46 yıl içinde ‘‘Keşke şununla evlenseydim’’ diyebileceğim hiçbir kadına rastlamadım. Eti budu hoşuma gitmiş hanımlar olabilir, ama o kadar. Zaten şu aralar Gülseren Hanım da, Musa'yla beraber. Bende de rakipler böyledir! Bundan evvel Che Guevara vardı. Devamlı bana onu anlatıyordu, kitap tercüme ediyor da. Bıktım adamdan! Bir kere yakışıklı. Musa da öyle, deve gibi bir herif. Kardeşim Lenin'in tercümesini yap, Sartre'ı yap. Başa çıkacağım adamlar olsun!

İnsanlar sizce neden gazeteciliğe heves ediyor?

- Derler ki, ‘‘Kızım gazetede çalışsın, getireyim de sen onu bir yere yerleştir’’. Niye? ‘‘Entellektüel işleri çok seviyor’’. Ee uzağa götürün o zaman! Hovarda bir adamın jinekolog olması ne anlama gelirse, yazmaktan çizmekten hoşlanan birinin de gazetede çalışması o anlama geliyor. Bizim mesleğimiz kitleye hitap etme mesleklerinden. Belli dozda histerik olduğumuz için bu işi yapıyoruz. Histeri, insanın eliyle, maddi olanaklarıyla ulaşamadığı yerlere de ulaşma arzusudur. Yani kendi arkadaş grubunuzun sevgisi alakası sizi tatmin etmediği için, öyle bir şapka takarsınız ki 30 metre uzaktaki biri bile sizi seçer. Sahnede yirmi kız vardır mesela, biri sizin dikkatinizi çekmeye başlar, çünkü histeriktir. Hepimiz histerik olduğumuz için bu meslekteyiz. 150 kişiden ibaret dostluklar bize yetmiyor. Hiç bilmediğin insanlar tarafından da tanınmak istiyorsun. Gazetede çalışmak bunun nispeten kolay, emniyetli bir yolu. Tek başına sokağa çıkmıyorsun, bir takıma katılarak bunu yapıyorsun.

uçkur farkı var

Siz küfretmeden dövüyorsunuz, bunu nasıl beceriyorsunuz?

- Yaşıtlarımdan biri bana uğramak isterse, gelmeden önce telefon edip ‘‘Oradaysan, gelmişken seni de bir kere göreyim’’ demeyi ihmal etmez. İşte bu, bir üslup meselesi, bana ait bir şey değil, benim mensup olduğum neslin üslubu...

Kuşak farkı yani!

- Uçkur da denilebilir ama ben nesil demeyi tercih ederim!

‘‘Dil polisi’’ denmesinden şikayetçi misiniz?

- Zabıta ya da zaptiye de diyorlar. Bir küçük itirazım var tabii: Dil çok nahif bir şey, ona bir karakol anlayışıyla yaklaşılması çok yanlış olur. Tamam, Sultanahmet Camii demek lazım, Sultanahmet Camisi diyenlere öfkelenseniz, yanlış olduğu için yeridir. Ama dil o kadar canlı bir şey ki ben de hissediyorum, camii demeye devam edilemeyecek, bayii değil, bayisi denilecek. Buna benim kendimi alıştırmam lazım. Ama bir kısmı da dirensin. Eğer direnenler fazla ise o alanda, onun değişmesi güç olur ve ben vakti gelmemiş henüz diye düşünürüm. Eğer kimse sahip çıkmazsa, ki birçok örnek var, zaten onun vakti gelmiştir.

Yine de siz bunu zarif bir şekilde yapıyorsunuz, elinizde sopayla başöğretmen gibi değil.

- Zarif bir şekilde yapmak zorundayım, çünkü yaptığımdan çok emin değilim. Ben bir dil uzmanı değilim. Beni toplantılara çağırdıkları zaman, beni çağırmayın diyorum, içeride dil bilen bir öğretmen olsa, normal bir edebiyat öğretmeni ve iki sual sorsa, ben rezil olurum. Ben bunu söylüyorum, kimse inanmıyor. Tevazu beyanı zannediyorlar, oysa ben gerçekten dil uzmanı değilim; birçok kelimeyi birbirinden ayıramam.

Peki dil uzmanlığı neden size yakıştırıldı?

- Çünkü sahipsiz kalan bir işti. Benzetmek istemiyorum ama çok sahipsiz kalmış sevimli bir canlıya sokulur ve onunla meşgul olursanız, sizi sahibi zannederler. ‘‘Yoo, ben bunun sahibi değilim’’ deseniz de farketmez. Tam da bu sebeple onu terk edemezsiniz.

DERİN SUYA ATLARIM

Sevmek değil, acımaktır bunun adı!

- Evet acıyorum çünkü dil çok kötü muamele gördü.

Son olarak siz nasıl bir İstanbullusunuz?

- Ben Boğaz çocuğuyum. Bizler yüzmeyi, derin suya atlayarak öğreniriz. Caddebostanlı veya Yeşilköylüler gibi değil. Ne o öyle? Önce ayak bileğine, sonra dizlerine ve derken kalçana çıkan suda yüzmek! Onlar suya girmeden, ürperip, tereddüt eden adamlardır. Oysa Boğaz çocuğunun tereddüt şansı yoktur: lak diye girer suya. Çivi gibidir Boğaz'ın suyu. Evet, insanın mizacına şartlar da tesir eder...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!