Güncelleme Tarihi:
Lodosun etkisi geçmemiş daha. Denizden ılık rüzgar esiyor. Deniz kokusu geliyor. Boğaz’ın kaşları çatık. Üzerine kara bulutlar abanmış, sırtlarının yeşili siyaha çalar, suları karanlık... Açık camdan yüzüme gelen iki su damlası, yağmur mu, tuzlu mu bilmem...
“Anasını bile satarım”, diye bağırdım. Kadıncağız zıpladı yanımda:
- Destur! N’oldu?
- Ulan bu Boğaz buradayken, Güneşli’ye gidip, Hürriyet binasına kapanır mı insan?
- Kapanma!
- Yaaa, “Yazarımız Serdar Devrim’e geldiklerinden, bugün yazamamıştır” deriz...
- Senin okurun deliliğine alışıktır, anlarlar...
*
Şu sırada (4’e geliyor saat) gördüğümü anlatayım, haksız mıyım siz karar verin.
Hürriyet yazı işlerinde, sırtımı dolap benzeri elektronik kutuya vermiş oturuyorum. Sağ cinahta açık duran, dosya, gazete, sözlük dolu, iki çelik raf. Önümde çelik masa, kurşunî bilgisayar, karşımda altı gazeteci. İkisi telefonda haber konuşuyor, ikisi gazete okuyor, ikisi de çok ciddî haber düzeltiyor. Hepsinin gerisinde, binanın mimarî projesinde muhtemelen “pencere” olarak düşünülmüş şeyler. Kahverengi metal çerçeveli, koyu gri renkte, güneş filtreli camlar.
Filtre edecek güneş olsa yanmam, saat 4’te hava karanlık. Gökyüzü kurşun gibi. O kadar ki, komşu arsada yükselen ve güneşli havalarda seyrine doyum olmayan yıkılmaya yüz tutmuş boş binayı ve gri renkli oluklu çatısını bile seçemiyorum. Bizim tepe floresanları cama yansımış. Manzara niyetine tek görebildiğim, dört yanından telle dama tutturulmuş uzun bir baca. Beyaz bir duman çıkıyor.
Kaçmak lazım.
Bilgisayarın sürücüsüne “Okyanus Senfonisi” Océnia kasedini tıkıştırıyorum. “Kuşlar adası” adlı parça. Kuş çığlıkları, kumsala vuran ve çekilen dalgalar...
Ama ben bambaşka bir sahile kaçıyorum.
*
1982. Kış ayları. Ortaköy Dereboyu Caddesi’nde ince uzun bir dükkan. Ermeni Kilisesi ve demircinin karışısında. Camekanlı odacıkta odun sobası yanıyor çıtır çıtır. Üstünde Temel Dayı’nın “haşladığı” çay. Dışarıda hava tıpkı bugünkü gibi. Karanlık ve soğuk. Daralıyorum.
- Dayı, bir tur atıp geleyim ben...
Çividen paltomu alıp çıkıyorum. Bakkalın, Can Eczanesi’nin, Bonmarşenin, Karadeniz Pidecisi’nin önünden geçip, sağa, dar sokaklara kıvrılıyorum. Çocuklar okuldan dönüyor. Laz kadınları bir camdan ötekine bağırışıyor. Apartman altındaki dükkanların çoğu boş. Yahudi Bakkal Amca siyah beyaz filmlerden çıkmış gibi, “Yahudi Bakkal rolü” oynuyor sanki. Keçi sakalı, burnunda zor tutunan yuvarlak gözlükleri, gri iş önlüğü, tepesinde gri yün bere...
Ara sokaklardan hayal kurarak yürüyorum. Amaçsız. Londra’daki 19.yüzyıldan kalma tuğla fabrikaları hatırlatan bina metruk.
Necatibey Caddesi’ni (sahilyolu) aşıp, postanenin bulunduğu sokağa giriyorum. Sağda Ortaköy Fırını. Ağzı tel kelebekle kapalı naylon torbalara koydukları kurabiyelerden alıyorum. Bir fiyonk, bir yuvarlak. Önce sahile, meydana iniyorum biraz. Balıkçı kooperatifinin kulübesi boş. Ağaçların altındaki iki kahve de öyle. Denizden sert bir rüzgar esiyor.
Ortaköy’ün sahil tarafında sokaklar bomboş. Bir bakkal var hayatsız, bir fıçıcı, bir de sağır köfteci. Başka dükkan bile yok mubarek. Zaten hayat yok ki buralarda... Evler harabe, terk edilmiş, kara. “Bu Ortaköy sahili hayatta adam olmaz” diyorum kendi kendime.
Deniz kenarında duruyorum biraz. Gözlerim caminin beton sahilinde. 13-14 yaşlarında iki delikanlı oturmuş. Biri ince bacaklı, kara yağız. Diğeri kısa boylu, kocaman şaşkın gözleri etrafı araştırıyor. Ayaklarını denize doğru sarkıtmış, elleri (soğuktan korunmak için) popolarının altında, ciddî ciddî tartışıyorlar. Rüzgarda birinin “Sartre” dediğini duyar gibi oluyorum, yok yok, “Sait” mi dedi acaba? Yeni bir dünya kurar gibiler. İlişmiyorum.
Caminin önünden dolanıyorum sahile. Sarı badanalı umumî tuvalet. Sol taraf ‘bayan’ sağ taraf ‘bay’. Küçük 2,5 lira, büyük 5... Asfaltın altından akan Ortaköy Deresi bu meydancıkta denize karışıyor. Esma Sultan yalısının yıkık duvarları. Yaşlı bir adam balık tutuyor. Tam derenin üzerine çatılmış kahve. “Selamınaleyküm” diye giriyorum içeri. Gözlerim buğulanıyor. Gözlüklerimi çıkarıyorum. Karanlık. İki tane lüküs lambası yanıyor. Deniz tarafında bir yere ilişiyorum. İki masada insan var sadece. Birinde, muhtemelen Beşiktaş’tan, Güzel Sanatlar’dan kızlı oğlanlı bir grup, delikanlının biri bilgiç bir tavırla anlatıyor. Diğer bir masada meşin yelekli, pis sakallı bir adam, çenesini eline dayamış uyuyor.
Bir duble çay sipariş ediyorum. Paltomun iç cebinden kitabımı çıkarıyorum. René Sédillot’nun “Ticaretin ve tüccarların öyküsü”. (... müydü adı?) Ucu çakıyla açılmış sarı renkli kurşun kalemimle notlar alarak, altını çizerek okurken, kurabiyelerimi çaya banıyorum. Yeşil çuhanın üzerinde bir iki sigara yanığı...
Parmağımla yerini işaretliyorum kitabın. Başımı kaldırıp denize bakıyorum. Camlar buğulu. Ama biliyorum. Martılar rüzgara karşı uçuyor. Hayır, keyfim o kadar gıcır ki, dereden yükselen lağım kokusunu bile takmıyorum.
Kitap sarmadı nedense. Paltomun sağ cebinde duran, itinayla katlanmış Cumhuriyet’i de okumuşum satır satır...
Canım çok istiyor. Bir Bafra cigarası yakacağım galiba... Her zaman içtiğim filtresiz Camel değil. Bu sefer, yarım kilo yarım kilo alıp, sobanın kenarında “kuruttuğum” beyaz Bafra’lardan...
Boğaz da çok güzel beeeeh...
- Usta, bir yarım çay çeksene bi’zahmet!
*
Haksız mıymışım?