Güncelleme Tarihi:
“Kadir Kuroğlu “Anadolu Yakası’nın Reina’sı” diye tarif edebileceğim “Mood Orient”in sahibi. Burası onun ilk restoranı.
Doğal olarak içi içine sığmıyor.
Bir yandan Osmanlı mutfağı ağırlıklı mönüdeki yemekleri tek tek tadıyor, diğer yandan garsonların önlüklerini düzeltiyor.
Zaman zaman da masalarda, müşterilerle koyu bir sohbette buluyor kendini. Böyle anlarda işletmeciliğin ne kadar stresli ve renkli bir meslek olduğunu anlıyorsunuz.
Kuroğlu restaurantına ‘bir kutu baklava’ getirene bile rastlamış.”
Şenay “Nasıl yani?” deyince, anlatmış Kadir Bey.
“Adamlar birkaç kişi geldiler. Yemeklerini yediler. Sonra içlerinden biri, yanındaki torbadan bir kutu baklava çıkarttı. Ben gözlerim kocaman açılmış ona bakarken, adam gayet rahat baklavaları eliyle birer ikişer arkadaşlarına paylaştırdı.”
Kadir Bey’in işletmeciliği yeni, ama tavrı epey profesyonelce:
“Olabilir, diyormuş, canları baklava çekmiş olabilir. Ama en azından benden servis yapmamı isteselerdi. Doğumgünü pastasını servis yapmıyor muyuz? Baklavayı da yapardık.”
*
Ayrıca, lokantada, koltukların yumuşak ve rahat oluşu da “yaramıyormuş” kimi müşterilere.
Kadir Bey diyor ki:
“Bir müşteri... yemeğin ortasında ayakkabılarını çıkardı, topuklarına parmağını geçirip bir güzel düzeltti, koltuğunun yanına koydu, sonra çoraplı ayağını da bir güzel altına aldı, sohbete devam ediyor... Bu sefer sadece ben değil, yan masalardaki müşteriler de donup kaldı...”
Peki ne yapmış Kadir Bey?
“Vallahi bu sefer hesabı gönderttim...”
*
Bir de, fındık fıstık koymak için küçük kapları varmış, tek tek elle bezenmiş her biri... Kadir Bey’in şikayeti, müşterilerin “hatıra olarak” bu çerezlikleri tokatlaması... Hatta bir gün, adam tam kapıdan çıkacak, cebinden patır patır tam beş tane çerezlik dökülmüş yere...
*
Şenay bunları anlatırken, güneyli bir tekstilci aile geldi aklıma. (Hayır, aklınıza gelenlerden biri değil. Bugün ortalıkta görünmeyen, adı bile unutulmuş bir aile...)
Uludağ’da, aynı otelde kaldık bir iki kere.
İnönü ailesi de otelde... Sabah Nescafe’lerini içiyorlar, yemeklerine Ketchup döküyorlar... O zaman Nescafe, Ketchup, yabancı sigara... yok böyle bir şey. Ama İnönüler’de gösterişten, züppelikten eser yok. (İnönüler, Türkiye’nin gerçek anlamdaki “aristokrat” ailelerinden biridir.) Kimse de yadırgamıyor zaten.
Ama biraz ötede bizim sanayiciler oturuyor.
Akşam saat 5’de, herkes çay içerken, baba “Vışkı açtırttırıyor” bir şişe, yüzünü buruşturuyor, “tahta kurusu” koktuğu için yutamıyor bir türlü. Şişeyi bırakıp kalkıyor... İstisnasız her akşam!
Gelin kız, lobiye (herkes kayak elbisesiyle gezerken) beyaz deriden bir kovboy elbisesi (püsküllü müsküllü), başında şapka, ayağında mahmuzlu çizmelerle geliyor.
Otelin bir köşesini döşetmek istediler bir ara. Tekstilciler ya, ikram edecekler otele... Dağ şalesi şeklinde dekore edilmiş otele, uzun tüylü cart cam göbeği halılar pek yakışmıştı...
Ve ben, insanlara hizmet etmenin ne kadar güç olduğunu ta o zaman anlamıştım.
Otel sahibi Fahri Amca’nın sabrına hayran kalarak...