Güncelleme Tarihi:
Çünkü 2011, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı!
1982’de İstanbul Festivali içinde altı filmlik küçük bir bölüm olarak yapıldı ilk kez. Adı da Sanat Filmleri Haftası’ydı. Artık varlığı olmayan Harbiye Konak Sineması’nda yapılmıştı.
Kaç kişinin izleyici olarak katıldığı bilinmiyor ama çok ilgi görmüş olacak ki, bir sonraki yıl kendine has bir etkinlik olup Sinema Günleri adını aldı ve bir aya yayıldı.
Şimdiye kadar 3997 filmin gösterildiği festival, bu yıl da Akbank sponsorluğunda 2-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
İlk müjdesi de “Film Gibi 30 Yıl” blogu.
www.filmgibi30yil.com sitesine girip festivalle ilgili istediğiniz her türlü bilgiyi, anıyı paylaşmanız mümkün.
Üstelik en çok puan alana festival ekibinden ödüller de olacak. Site açılalı bir hafta bile olmadı ama şimdiden pek çok hatıra mevcut. İşte bunlardan en ilginç olanları:
Festivalde Büyüyen Çocuk / Emin Çapa
Bizim bırakacak kimsemiz olmadığı için 7 yaşından itibaren oğlumuz Sinema Günleri’nin seyircisi oldu. Yani onu da sürükleyerek heyecanın bir parçası yaptık. Fakat festivalde büyüyen çocukla yaşamak sandığınız kadar kolay değil. Oğlum lise sona giderken bir gün eve geldim, eşim iş yemeğinde olacağı için o akşam yok, ben de yorgunum. “Oğlum işte çok yoruldum hadi bir pizza söyleyip senin seçtiğin bir filmi seyredelim” dediğimde, Bergman’ın Yedinci Mühür filmini koymaz mı? “Eyvah” dedim kendi kendime, “Biz nasıl bir canavar yarattık..?”
Simultane Tercüme / Semih Aksoy
Yılları hatırlamıyorum ama ilk sinema günleri zamanıydı. Çoğu filmde altyazı olmaz, simultane tercüme olurdu. Kadın, erkek, çocuk tüm oyuncuların seslendirmelerini tek kişi yaptığı için film izlerken tercümanın sesi ve vurguları filme farklı boyut kazandırırdı. Bazen tercüman kendini filmin akışına kaptırır, “Ahh” gibi ifadeleri de çevirirdi. En dramatik sahnelerde gülme krizine tutulduğumuz olurdu. Yine de büyük keyifle izlerdik.
Emek Sineması’nı özlüyorum / Çiğdem Mater
Biletlerimi bulamadığım için yılını da bulamıyorum. Ama henüz ortaokuldayım, demek ki 90’ların başı. Babam, 10’lu yaşlarının çok başındaki beni her yıl festivalde en az 10 filme götürüyor. İlk anımsadıklarım Jacques Tati toplu gösterimi. Çok mutluyum, “mon oncle” hâlâ hayatta en sevdiklerimden, festivalin hatırası bana. Bir sonraki yıl olmalı, bu kez babam “Daha zor filmler izleyeceğiz” diyor, Tarkovski diye bir adamdan söz ediyor, adını bile duymamışım. En fazla 13 yaşındayım. Arka arkaya Tarkovski izlemeye başlıyoruz. Ne yalan söyleyeyim, pek anlamıyor, sevmiyorum. Ama birkaç yıl sonra bu kez Wajda, Kuller ve Elmaslar ile hayatıma giriyor, filmin her karesi beynime kazınıyor, beni fena halde sinemaya aşık ediyor. Hepsini gördüğüm yer aynı, Emek Sineması. Artık demirli kapısını bile aşamadığımız... Sanırım en çok Emek Sineması önündeki kuyrukları, artık tanıdık haline gelen karaborsacıları ve sinemanın hemen yanındaki büfede, seans arası çay ve tostları özlüyorum...