Güncelleme Tarihi:
İsmail Türkmen
Yılın her günü sayısız insanın arşınladığı İstiklal Caddesi festival mevsiminde en azından benim gözüme daha bir kalabalık görünüyor. Film yelpazesi geniş olduğu için yediden yetmişe binlerce insan ellerinde çizelgelerle Beyoğlu sokaklarında o sinema senin bu sinema benim koşturuyor. Ama tabii izleyiciler arasında bazı sızlanmalar da olmuyor değil.
Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin 27’ncisi geldi hoş geldi. Bir gün önceki açılış törenini saymazsak 5 Nisan Cumartesi günü başlayan festival yine İstanbul’a farklı bir heyecan getirdi. Hafta sonu, çocuklarının elinden tutup birlikte film izlemek için Beyoğlu’na gelen onlarca anne-babaya rastlamanız mümkündü. Ağacın yaşken eğileceğini bilen anne-babaların çocuklarını festivale getirmelerini takdir etmek gerekiyor. Bu tür ortamları daha önce yaşadığı belli olan çocukların yanı sıra meraklı gözlerle etrafını gözlemleyen “çaylaklar” da vardı aralarında.
Söz çocuklardan açılmışken başta değindiğim sızlanma meselesine açıklık getirmek istiyorum. İlk gün bir filmden ötekine giderken kulak misafiri olduğum iki konuşmada insanlar birbirlerine “dertlerini” anlatıyorlardı. Yanında ilköğretim çağında bir kız çocuğu bulunan 40 yaşlarında bir kadın yanındakine şöyle diyordu: “Valla biz İzmit’ten gelmiştik. Sonraki günlerde bir daha gelmemiz de çok zor. Keşke bugün bir çocuk filmi daha izleyebilseydik.”
Galiba o gün programa konan iki çocuk filmi aynı seanstaydı. Üniversite öğrencisi oldukları anlaşılan iki gençten biri ise belli ki derslerini aksatmaktan korkuyordu: “Abi tamam iyi hoş bir filme daha gidelim ama benim artık gidip ders çalışmam gerekiyor.” Açıkçası on hatta yüz binlerce insan için düzenlenen bir programda herkesi tamamen memnun etmek imkansız. Dolayısıyla bu türden yakınmaları eşyanın tabiatı gereği sayıp her sinemaseverin festivalde sunulan imkanları iyi değerlendirmesi gerekiyor.
DANİMARKA’DAN LÜBNAN’A
Bazen festivalde film seçmek bir yanıyla fal açmaya benziyor. Karşınıza neyin çıkacağını her zaman kestiremeyebiliyorsunuz. Nitekim ilk gün ben kısmen böyle bir durumla karşılaştım. Kadının Adı Var başlığı altında gösterilen filmleri seyretme niyetinde olduğum için Küçük Daisy’ye (Daisy Diamond) gittim ilk seansta. Danimarka yapımı filmde, çocuk sahibi olmanın bir annenin başına benim bildiklerimden başka ne tür belalar açtığını göreceğimi düşünüyordum. Aslında sonuç itibarıyla bu açıdan hayal kırıklığına uğramış değilim ama bu filmde hiç beklemediğim bir ana temayla karşılaştığımı belirtmeliyim: Anneliğin yüceltilmesi. Simon Staho’nun yönettiği bu kara film, kazara hamile kalmış, bundan dolayı ailesi tarafından dışlanmış, hiç doğurmak istemediği halde doğurmuş ve 3-4 aylık anneliği süresince de bebeği yüzünden çok şey çekmiş Anna’nın (Noomi Rapace) iç karartan hikayesini anlatıyor.
Tek hayali oyuncu olmak olan ve “bu uğurda” hem kendisinin hem de Daisy (papatya) adını verdiği kızının “hayatını karartan” Anna’nın öyküsü bittiğinde sanırım senarist ve yönetmenin aktarmak istediği şu sonuca varıyorsunuz: Her ne olursa olsun annelik bir kadının en temel ve birincil özelliği, böyle bir sorumluluğu kaldıramayacak olsa bile reddedemeyeceği kaderidir. Bunun nasıl böyle olabildiğini şahsen ben anlayabilmiş değilim ama film bu önkabul üzerine kurulu. İlk yarısı desibeli yüksek bebek ağlamalarıyla ikinci yarısı ise bir insanın çaresizliğinden yararlananların utanç verici zorbalıklarıyla dolu filmde porno endüstrisinin bile annelikten “medet umması” da yüce annelik temasını güçlendiriyor.
Gittiğim seansta izleyicilerin büyük çoğunluğu kadındı. Çıkışta bu kadınlardan biri diğerine şu şekilde aktarıyordu yorumunu: “Çok iyi bir filmdi. Ama açıkçası evde olsaydı dayanamaz kapatırdım. Zaten festivali bundan dolayı seviyorum. Her zaman izleyemediğim filmleri bu ortamda izleyebiliyorum.”
ERKEĞE AĞDA KADINLARI EĞLENDİRİYOR
Yaklaşık yarım saatte bebek çığlığından illallah deyince tersini umarak festivalin açılış filmi de olan Karamel’e (Sukkar Banat) gittim. Kapkaranlık ilk filmden sonra iyi geldiğini söylemeliyim. Başrolde de izlediğimiz Lübnanlı Nadine Labaki’nin yönettiği Karamel, Beyrut’taki bir güzellik salonu ve güzelleşme çabaları üzerinden temelde Ortadoğu’da kadın olmayı anlatıyor. Genel anlamda gayet rahat bir şekilde akan filmde, evli bir adama aşık olan, yaşlanmadan oyuncu olma hayalini gerçekleştirmeye uğraşan, evlilik öncesinde kızlık zarını diktirmeye çalışan ya da ileri yaşında bulduğu ilk aşkıyla hasta ablası arasında kalan kadınların hikayesi komedi ve dramın iç içe geçtiği bir kurguyla anlatılıyor.
Savaş denince ilk akla gelen yerlerden biri olan Beyrut’ta geçen öyküleri anlatan ve adını ağdanın eşanlamlısından alan Karamel siyasal herhangi bir gönderme içermiyor. Emek Sineması’ndaki gösterim sonrasında sahneye çıkan ve bu ilk filminde siyaset ve savaş gibi konulardan özellikle kaçtığını söyleyen Labaki, kadınlık, cinsellik, kıskançlık ve aşk gibi evrensel temaları işlediği filmini “Lübnanıma” adamış. “Evrensel” bir filmin bir “ülkeye” adanmış olması aslında hoş bir espri olsa da en az filmdeki dramlar kadar iç burkan bir geri plana işaret ediyor.
Karamel’de özellikle bebek ağlamasının olmaması beni çok mutlu etti. Bazı kadın izleyiciler ise filmin başka bir özelliğinden dolayı mutlu oldular. Kadınlara yapılan ağda sırasında “of, ah, üf” türünden sesler çıkaran kadınlar – hem filmdeki hem de izleyenler arasındaki kadınlar – bir erkeğe uzun uzun ağda yapılırken epeyce “eğlendiler”. Sanırım biz erkeklerin kadınlar dünyasında anlamadığı çok şey var ama onları hiç anlayabilir miyiz bilemiyorum.
Savaşta olup bitenler kişisel değildir
* Esrarengiz Kadın: Şiddete kanmak isteyenler için
* Godot'yu pardon Mesih'i beklerken
* Freud'luk bir petrolcünün yükselişi ve düşüşü
* Sosyeteden cemaate taşınanların enfes öyküsü
* Ne ekersen onu biçersin
* Batı'da ahmaklara yer yok
* Korkunun ecele faydası var
* Hastalıklı bir aşkın seksolojisi