Feminist teori yok sayılarak gerçekliğe ulaşılamaz

Güncelleme Tarihi:

Feminist teori yok sayılarak gerçekliğe ulaşılamaz
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 05, 2013 00:00

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun ‘Sessizlik’i sezonun tartışmasız en iyi oyunlarından. Hatta geçen hafta dağıtılan Afife Tiyatro Ödülleri’nde oyun, ‘Yılın En İyi Prodüksiyonu’ yönetmeni Mehmet Birkiye ise ‘En İyi Yönetmeni’ seçildi. Birkiye’yle yolların kapalı olduğu 1 Mayıs sabahı zor da olsa buluştuk. Biber gazı eşliğinde samimi bir röportaja oturduk...

Haberin Devamı

Tebrik ederim topladınız ödülleri Afife’de. Gerçi belliydi zaten. Siz tahmin ediyor muydunuz?
- En azından en iyi prodüksiyon ve Süleyman’ın (Atanısev) alacağını biliyordum. Özelikle dekorun ödül almasını bekliyordum ama o olmadı ne yazık ki. En iyi kadın oyuncu adaylarının Sumru (Yavrucuk) ile Funda (Eryiğit) olacağını da tahmin ediyordum.
Yıllarca edinilen tecrübe ve onca ödülün ardından ödüller hâlâ sizi heyecanlandırabiliyor mu?
- Başta heyecanlı değildim ama merdivenleri çıkıp da Engin Uludağ’ın elinden ödülü alınca tuhaf şekilde heyecanlandım. Yani nedenini bilemiyorum...
Oyunu sahneye koyarken ne vardı aklınızda?
- Bu oyunun Türk seyircisiyle nasıl buluşacağını düşündüm. Benim bir yaklaşımım var. Hiçkimse yaklaşımını seyirci için çok değiştirmez. O yaklaşım seyirciye uygun mudur ya da değil midir korkusunu yaşar sadece. Ben de biraz onu yaşadım, acaba uygun mudur diye.
Sessizlik’in metnini ilk okuduğunuzda sizi cezbeden ne oldu?
- Sessizlik’i aslında eşim bana getirmişti okuyayım diye. Gerçi oyunu Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koymama karşı çıktı.
Neden?
- E, aynı soyadını taşıyoruz. O da orada müdür muavini. Sanki bana bir torpil yapılıyormuş gibi algılanmasın diye. O konularda çok hassastır. Fakat sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir Gürzumar, “Olur mu öyle saçma şey, sen kaç senelik yönetmensin” dedi. Ama onların bulduğu bir oyun bu, ben bulmadım. Eşim dramaturg olduğu için bütün iyi oyunları okuyayım diye bana getiriyor. Aslında Sessizlik’i de sadece okuyayım diye getirmişti.
Daha çok televizyon dizilerinden tanınan Funda Eryiğit’i ilk kez sahnede izledim. Harika bir performans! Nasıl buluştu yollarınız?
- Funda kafamda vardı aslında oyunu ilk okuduğum zamanlardan beri. Biz bu oyunu geçen sene sahneye koyacaktık. Hatta biraz da çalıştık ama olmadı, çıkamadı. O sırada Funda yoktu. Funda’nın olması benim çok işime geldi. Funda ve Oya’nın (Okar) birlikteliği bu oyun için çok önemli bir artı oldu. Sonra Savaş’ın (Özdemir), Süleyman’ın (Atanısev) ve Nimet’in (İyigün) bulunması, yani o kadronun oluşması çok yararlı oldu. Onlar oyunu ayakta tuttular.
Uzun ve sahne geçişlerinin yoğun olduğu bir oyun. Siz tekerlekli iki platform kullanarak hem sahne geçişlerinin alacağı süreyi de kazandınız hem de göstermeci bir üslupla sahnelediğiniz oyunun dinamizmini devamlı ayakta tutmayı becerdiniz. Metinle reji yorumu arasında ne kadar fark var?
- Çok. Sahne değişimleriyle ilgili hiçbir şey yok metinde. Ben 11 ya da 13. yüzyıl tiyatrosunun platform mantığını kullanarak yaptım. Bunun bir tiyatro oyunu olduğunu ama içinde de bir gerçeklik olduğunu ve oyunun içinde gerçekliği daha kolay kavrayacağımızı varsayarak, bir de oyuna bir dinamizm ve hız getireceğini düşünerek yaptım. Platformlar olmasa sahne geçişlerinde seyirciyi kaybederdik.
İTİŞTİĞİN OYUNCU İLE HİÇBİR ŞEY YAPAMAZSIN
Çok güler yüzlüsünüz. Provalarda oyun ekibini isteklerinizi şüphe götürmez biçimde kabul ettirmek için sert yönetmene dönüştüğünüz olur mu?
- Teşekkür ederim. Ben de istediğimi yaptırmayı arzu ederim tabii. Ama bunu sertlikten çok, ne biliyorsam onu sağlam tutarak ve oyuncuları buna ikna ederek yapmaya çalışıyorum. İkna olmayan ve ruhunu sahneye koymamış bir oyuncuyu istediğiniz kadar zorlayın, hiçbir şey elde edemezsiniz. Ama o koşan, yerde sürünen ve platformları sürükleyen ekibe tatlı bir sertlik uyguluyordum. “Kendinizi karafatma olarak düşünün, siz küçük farelersiniz” gibi.
Bir oyuncudan ne istersiniz provada?
- Oyunun bir sınırı var. Çerçevesini yazar çiziyor, ona bağlı olarak yönetmen oluşturuyor. Oyuncudan istiyorum ki o çerçevenin dışına çıkmadan özgürlüğünü ve yaratıcılığını kullansın. Çünkü buna çok ihtiyacım var.
Sizde Kent Oyuncuları ekolünden gelen bir yaklaşım var mı?
- Yüzde 100. Kemiklerime işlemiştir... Sahiciliği yakalamakta Kent Oyuncuları, Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter’in üzerimde çok büyük etkisi var.
Sahneyi özlemiyor musunuz oyun yönetirken? Çok ara vermiyorsunuz gerçi ama yönettiğiniz oyunlarda rol almayı da tercih etmiyorsunuz.
- Oynayamam. Bir tanesinde oynadım, ‘Cimri’de. Müşfik Ağabey oynayacaktı ama o da zorunluluktan. Bacağında bir sorun olmuştu yönetmen olarak çıkıp ben oynadım yani. Ama iyi bir şey değil. Sahneyi çok özlüyorum, çok! Fakat bu sene Engin Hepileri, Defne Halman ve ben bağımsız bir oyun yapacağız. O zaman biraz havamı atacağım. Ara verirsem kaybederim...
İngiliz oyun yazarı Moira Buffini imzalı ikinci oyun bu sahneye koyduğunuz. İki sene evvel ‘Ölümüne’yi Kenter Tiyatrosu’nda sahnelemiştiniz. Buffini, daha çok çağıyla çelişen kadın karakterleri işliyor. Öncelikle bir erkek ve sonra da bir yönetmen olarak Buffini’de aklınızı çelen nedir?
- Kadınların bakış açısından geçmemiş bir gerçeklik, çağımızda gerçeklik kabul edilemez. Çünkü tek taraflı olur. Biz hep erkek bakış açısından gerçeklikleri ve hayatı gördük. Ben kendi anlayışımla bu eksikliğimi kapamaya çalışıyorum. Dolayısıyla böyle oyunları seçiyorum. Kadının bakış açısını kavramak ve onun gözünden dünyaya bakmak istiyorum. Bugün feminist teoriyi katmadan bir gerçekliğe ulaşamazsınız. Biz kadına hep erkek bakış açısına uygun bir rol vermeye çalıştık. Peki, kadın kimliğini ve aidiyetini nasıl bulabilir?
Sessizlik de tam olarak bu kimlik ve aidiyet sorununu sorguluyor... Röportajımız bugüne, 1 Mayıs’a denk geldi. Yollar kapalı olduğu için zar zor buluşabildik, bu arada bir ton da biber gazı yutmuş olduk. Günümüz Türkiyesi’ni en iyi şekilde sembolize eden, anlatan oyun hangisi sizce?
- Bence öyle bir iyi metin yok. Basit bazı metinler var ama kaliteli bir metin yok. Günümüz Türkiyesi’nin sosyal yapısını anlatan oyunlar 12 Eylül’den sonra pek yazılamadı. 12 Eylül çok ağır bir darbe oldu Türkiye’ye. Bugün en büyük sorun ne bu ülkede? Bir kimlik ve aidiyet sorunu. Irksal kimlik, dinsel kimlik, cinsel kimlik... Bunlar eskiden beri hep vardı ama 80’den sonra gün ışığına çıktı, özellikle de 2000’den sonra. Ama yazarlarımız 12 Eylül’den sonra o kadar ağır darbe aldılar ki insanı bu sorunların içerisinde yazamadılar. Daha bireysel hayatlar yazıldı. Bu sorunlar Özen Yula ve Berkun Oya gibi oyun yazarları tarafından daha yeni yeni yazılıyor.
BU ÖYLE BİR BASKI Kİ GÖZLE GÖRÜNMÜYOR
Oyunu özel veya ödenekli tiyatroda sahneye koyuyor olmak o tereddüdü etkiliyor, yoğunlaştırıyor mu?
- Hayır, etkilemiyor. Özel tiyatro veya Devlet Tiyatrosu arasında ben açıkçası fark gö-
zetmeden ne yapabiliyorsam onu yapıyorum. Ama biliyorsunuz, ödenekli tiyatrolarda bu tür eleştiriler oluyor. Bunlar çok gereksiz şeyler. Hani Zengin Mutfağı’nda yaşandı en son.
Sizce ödenekli tiyatrolar devlet mekanizmasından bağımsızlaşmalı mı?
  - Ödenekli tiyatrolar mutlaka var olmalı, devletten bundan çok daha büyük bütçeler almalı. Ama bu parayı devlet değil, bağımsız bir kurum kontrol etmeli. Bir sanat konseyi kurulmalı. Ama kesinlikle daha çok bütçe verilmeli. Bugün Türkiye tiyatrosu için siyasal baskının varlığından söz edilebilir mi?
- 70’lerde ‘Üç Kızkardeş’i sonunda “Moskova’ya gidiyoruz” diye bir laf var diye yasaklamaya kalktılar. Yine Çehov’un ‘Aksırık’ oyununda generalin üstüne hapşırılan bir sahne yüzünden oyunu yasaklamak istediler. Türkiye Cumhuriyeti’nde her zaman tiyatronun üzerinde bir baskı vardı. Bu yeni bir şey değil, sadece niteliği değişti. Bu öyle bir baskı ki gözle görünmüyor. Hiçbir bakan müdahaleye kalkışmıyor, otokontrol gibi.
Tiyatro sanatçısı otokontrol uygulamalı mı?
- Belli bir noktaya kadar, evet. Ama bu siyasal değil, insanlıkla ilgili bir sınır. Yani, Birleşmiş Milletler’in insanlık suçu saydığı şeyleri öven bir oyun yapamaz ama anlatan bir oyun yapabilirsiniz. Mesela çocuk tacizi bir oyunun konusu olabilir ama onu övemezsiniz.
Siz otokontrol uyguluyor musunuz?
- Çok zor bir soru... Oyunun özünü bozacaksa asla! “Ya böyle yaparım bu oyunu ya da yapmam” diyorum. DOT’ta ‘Black Bird/ Kara Tavuk’ diye bir oyun oynanacaktı mesela. Metnin hakkı bendeydi ama onu sahneye koyamayacağıma karar verdim. Çünkü oyunda bir çıplaklık sahnesi var. Bence oyunun olmazsa olmazı. Ama o sahne Türkiye’de yapılamazdı, “Oyunu yapmam” dedim. DOT aldı, o sahneyi kullanmadan yaptı; ben yapmam. Ama oyunun ana ruhunu zedelemeyecek olsa otokontrol uygulayarak sahneye koyardım.

Yıldız Kenter beni yumrukladı

Haberin Devamı

Ben 20 yaşında Kent Oyuncuları’na girdim ve orada büyüdüm. Beni en çok etkileyen başta hocam olan Yıldız Kenter, sonra Müşfik Kenter ve Şükran Güngör’dür:
Yıldız Kenter: Çok iyi bir tiyatro hocasıdır, biraz sert ve disiplinlidir ama şefkatsiz değildir. Sizi yola sokmak için arada bir hırpalar. Hatta bana bir yumruk atmıştı, diyaframımı çalıştırmak için. Ben de “Hocam beni dövmüştü” diye anlatıyorum, “Beni rezil ediyorsun” diyor. Çok şey öğrendim ondan. Yıldız Hanım benim kuzey yıldızım. O olmadan yolumu bulamam.
Müşfik Kenter: Müşfik Ağabey çok büyük bir aktördü. Onun ne yaptığını anlamak çok kolay değildir. Zaten bunu kendi de ifade edemez, etmek de istemezdi. Çok mahcup bir adamdı. Aksi takdirde bunları anlattığı bir kitap yazardı. Ondan öğrendiğim en önemli şey oyunculuğundaki inanılmaz sadelik ve o sadelik içindeki pırıltısıydı. Belki de öğrendiğim en kıymetli şeylerden biridir.
Şükran Güngör: Dünyanın en yumuşak başlı, en sade insanlarından biriydi. Ondan öğrendiğim en önemli şey bir oyuncunun alçakgönüllükle ne kadar büyük şeyler yapabileceği.

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!