Günlük hayatın gittikçe hızlanan çarkında, silikleşen, belirsizleştirilen kavramları, değerleri sorgulamaktı asıl uğraşı: Akıl, bilgi, kuram, erdem, sevgi, dayanışma, hoşgörü. İlkokulda ‘Sorgucu’ydu lakabı; soruları onu 60 yıl sonra sere serpe çokçu felsefeye taşıdı.Felsefeyi hayatla buluşturdu, 1960’larda şöhreti Almanya, ABD, İngiltere, Fransa’ya ulaştı. Yaşama sanatı ustasıydı; resim, müzik kadar mükellef sofraları, uzun yürüyüşleri sevdi. Kendini felsefe, edebiyat ve eğitim arasında uçan bir göçmen kuşa benzetirdi. 21 Şubat’ta, yağmurlu bir öğle vakti, Kalamış’taki evinden son kez havalandı. 80 yaşındaydı.İngiliz düşünür Bertrand Russell, bir dostuna çalışma masasını gösterip, ‘Yüzüm hep duvara dönük oldu’ demişti. Russell’ı üzerine makale yazacak, ilk fırsatta koşup tanışacak kadar çok sevmekle birlikte Nermi Uygur farklıydı. Yüzünü hep hayata, güneşe döndü. Kaleminin enerjisi sabah ışığıydı, bisikletle ülkeleri keşfetti, tabanvayla dere tepe aştı, enginarın körpesini, güz lüferinin lezzetini tutkuyla sevdi. Kapısındaki zeytin fidanı için onlarca sayfa uzunluğunda metinler yazdı. Bizler sabahları işyerlerimizin yolunu tutarken, o sözcükleri ve kavramları koyardı masasının üstüne: Dil, kuram, anlam, kuşku, eylem, beğeni, ahlak, erdem, sevgi, sanat, doğru, mantık, bilgi, eğitim. Felsefenin, bilimin ışığında sorgulardı. ‘Hep ama hep iç içe dolanan, dolandıkça karmaşıklaşan sorular, sorunlar ortamında buldum kendimi’ diyordu. Dostu Bertan Onaran’ın deyişiyle ‘Misketleriyle oynayan bir güzel çocuktu Nermi Uygur, misketleri bilgiydi. Çocuksu merakını, keşfetme sevincini hiç yitirmedi.’MERAK BÖCEĞİ ISIRINCANermi Uygur, 15 Ocak 1925’te İstanbul’un küçük balıkçı köyü Pendik’te doğdu. Üç yıl önce Rum nüfus boşaltılmış, Balkan göçmenleri yerleştirilmişti. 1921’de Yanya’dan ayrılan babası İbrahim Etem, altı kardeşiyle İzmir, Yalova üstünden Pendik’e gelmişti. Kurtuluş Savaşı’nda çarpışıp, eve döndüğünde Mediha Hanım’la evlenmiş ve hemen bir oğulları olmuştu. ‘Güneşle’deki denemelerinde anlattığına göre, yeşil boyalı, taş avlulu ahşap bir evde yaşıyorlardı. Bisiklete binmeyi, 3,5 yaş küçük kardeşi Gönül’le bu avluda öğrendi. ‘En sevdiğim oyun çelikçomaktı, çünkü işi rastlantıya bırakmazdı bu oyun, ustalık isterdi. Çember çevirmeye bayılırdım, ülkü gibi önümde giderdi çelik çember. Pendik’te büyüdüm. Yönelmelerimin kökü Pendik.’Haşarıydı. Kapı pervazından tavana tırmanıp, merdiven yerine trabzandan kayarak alt kata inerdi. Kuzeninin anlattığına bakılırsa, tek erkek torun olmanın saltanatını sürdü çocukluğu boyunca. Evde Rumca konuşulurdu, sonradan öğrendi Türkçe’yi. İlkokula başladığı yıl babası Adalar Zabıta Amiri oldu, Büyükada’ya taşındılar. Evleri yandı, onlar kurtuldu. Merak böceği sokmuştu küçük Nermi’yi. Mitralyöz ateşi gibiydi soruları. O günleri Arslan Kaynardağ’a ‘Daha ilkokul günlerimde soru yumağı gibi bir şeydim’ diye anlatan Uygur’a sınıf arkadaşları lakap bulmakta zorlanmamıştı: Sorgucu!SEÇİMİ BOŞANMA NEDENİ1936’da
Galatasaray Lisesi’ne parasız yatılı girdi. Hafta sonlarını kütüphanede geçiriyor, iştahla okuyordu. Fransızca, Latince, Klasik Yunanca, edebiyatın temel eserlerini özümsedi. Hiçbir zaman yeterince cevaplanmamıştı soruları. Bir öğretmeninin ‘Felsefe okumaya başlayınca öğreneceksin’ ipucu ona ilerlemesi gereken yolu lise sonda gösterecekti. 2. Dünya Savaşı başladı, babası askere alındı. Trakya’da atlı takım komutanıydı. Kızının hemşire kolejindeki masrafını, oğlunun harçlığını zorlukla karşılıyordu. Umudu bir an önce hayata atılmalarıydı. Oğlunun kimyası pekiyiydi. Mühendis olabilirdi. İngiltere’den burs ayarladı. 1944 Haziranı’nda oğlu mezun olduğunda, ağır bir hastalık geçiriyordu. Buna rağmen uçak biletini bile almıştı. Annesi, ‘Hayatımız kurtuldu’ diyordu.Fakat oğulları, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne yazıldı. Evde kıyamet koptu. Eşinden boşanan İbrahim Etem, çocuklarını terk edip Bursa’ya yerleşti. Anne Cerrahpaşa’daki evde kaldı. Gönül okulu bırakıp çalışmaya başladı. ‘Sorgucu’ya, hiç evlenmeyen, ölen ya da boşanan kardeşlerinin dokuz çocuğuna sahip çıkan Pendik’teki amcası Şemsi Uygur kol kanat gerdi. Pendik’ten Sirkeci’ye günde iki sefer yapan vapurla giderdi okula. Geceleri yorgan altında, kandille çalışırdı. Yolda üşümekten zatürree geçirdi. Odası küçük not kağıtlarıyla doluydu, girilmezdi. Bir ecza deposunda gece bekçiliğine başladı. Geceleri Almanca çalıştı. ‘Her şeye karşın eşine az rastlanır bir dört yıldı bu. Dersten seminere, okuma günlerinden gezilere koştum: Aster, Kranz, Fricke, Bean, Auerbach, Davies, Dietz, Gökberk, Tanpınar...’1948’de pekiyi ile mezun oldu, askere gitti. 1950 Ocağı’nda okuluna asistan atandı. İlk kez konferansta konuşacağı gün bacakları titriyordu. Pendik’ten Şemsi Amca’sıyla ayrıldı. Okulda tam kürsüye çıkarken amcasının gözü yeğenin ayakkabılarına takıldı. İkisi farklıydı. Ayağındakileri çıkarıp verdi, Uygur böyle çıktı ilk kez konferansa.BABANIN ÖZÜR SÜRPRİZİAlman hocaların çevirmenliğini yapıyor, ufku genişliyordu. Uzun yürüyüş alışkanlığı bu günlerde başladı. Kendi deyişiyle, tramvay zamanı tabanvaya gönül verdi. Macit Gökberk, Bedia Akarsu ve Alman hocalarla Boğaziçi’ni bir uçtan diğerine geçen, saatler süren yürüşlere çıkardı. Kültür ve felsefe konuşulurdu. Yıllar boyunca günde en az 1,5 saat yürüdü. Emekliliğinde sabah erken kalkar, günün ilk ışıklarını yazarak değerlendirir, pus kalkınca
Fenerbahçe’de yürüyüşe çıkardı. ‘Algıları kısar otomobil. İnsan bakar görmez, görür tanımaz. Masa başına geçmeden yürümek gerekir. Sokrates’in yürüme merakı da düşünme sevgisinden değil miydi? Kır, orman insanı içine alıverir; ağaçlaşır, yapraklaşırsın. Kendini yitirmekten korkuyorsan insan izinden yürü, şehirden ayrılma.’Asistanlığa başladığı günlerde, okulun yazıişlerine düştü işi. Babasıyla karşılaştı, onu arıyordu. Sesi titreyerek hediye aldığı çantayı uzattı: ‘Geç kaldım. Felsefenin böyle ciddi olduğunu bilseydim. İyi yaptın!’ Oğlunun koluna girip yürürken sordu: ‘Sahi, nedir bu felsefe dediğin.’1952’de Kültür Bilimlerinin Varlık Yapısı teziyle doktor oldu. Fenomenoloji üzerine çalışmak üzere Almanya, Fransa, Belçika’ya gönderildi. Bisikletle bu ülkeleri adım adım dolaştı. Dönüşte ‘Husserl’de Başkasının Ben’i’ teziyle doçent oldu.Ailesiyle Sultanahmet’te yaşadıkları yıllarda Giritli komşusu Abdurrahman Bey babasının yakın arkadaşıydı. Nermi, ikinci adını, kısmen de Fransızca’sını ona borçluydu. 1960 Eylülü’nde bir akşam Kırlı Ailesi’nden
yemek daveti aldı. Dame de Sion’un son sınıfında okuyan torun Nilgün’le tanıştırıldı. Torun onun şöhretini arkadaÅŸlarından duymuÅŸtu: ‘Felsefede genç bir hoca var, derslerinde boÅŸ yer bulunmuyormuÅŸ.’ Yollarını birleÅŸtirmeye karar verip, ertesi ay sözlendiler. Uygur altı aylığına Almanya’ya gitti, sevgilisine her gün bir kart gönderdi. 28 Haziran 1961’de evlendiler. Åžahitlerinden biri Macit Gökberk’ti.Ertesi yıl kızları doÄŸdu. Adını Pınar koydular. Nedenini hiç söylemedi kızına Uygur. Aynı yıl yazdığı denemesi Yeradları’nda açıkladı: ‘Pınarı nitelemez Türkçe, içindedir tüm nitelikler.’Uygur’un fakültedeki derslerinin ayakta izlenmesinin sebebi engin bilgisini didaktik tavırla aktarmak yerine, hatıra ya da yaÅŸam tecrübesi paylaşıyormuÅŸ gibi sunmasıydı. ‘Öğrenciye hizmetten tat alırım, benimsedim mi hiçbir ÅŸey esirgemem. Soruyla araÅŸtırmalarına dört elle sarılırım. Öğrenerek öğretmeye bayılırım’ derdi. Onu dinleyenler uygarlık tarihinde yürüyüşe çıkardı. Bilgisini gerektiÄŸi zaman, karşıdakini boÄŸmayacak ÅŸekilde, dinleyicisini aÅŸağılamadan, cezalandırmadan ortaya koyardı. BoÅŸuna deÄŸildi Sokrates’in öğrencileriyle gezintiye çıkarak ders anlatmasını anımsatması...Kızıyla iliÅŸkisi de aynıydı. Sürekli imtihana çekmek yerine arkadaÅŸ oldu onunla: ‘Büyükada’da yazlığa gittiÄŸimiz yıllarda ormanda yürüyüşe çıkardık. Daha çok ormanın kokusu, pus, ışık etkisi, günbatımını konuÅŸurduk. Kitap önerir, zorlamazdı. Piyano istediÄŸimde hemen aldı. Alman Lisesi’ni ben seçtim. Biyolojiyi de. Sadece öğretmenliÄŸin yüceliÄŸini anlatarak beni bu alana yönlendirmiÅŸtir.’LABÄ°RENTLERDE BÄ°R IÅžILDAKVaroluşçuluk’tan Fenomenoloji’ye, oradan Çözümleyici Felsefe’ye vardı Nermi Uygur. ‘Filozof denemeci gibi çalışırsa baÅŸarıya ulaşır’ düşüncesiyle edebiyata yöneldi. 1962’de ‘Dilin Gücü’yle baÅŸlayıp dünyayı, felsefeyi, kültürü sorgulama serüvenini denemeleriyle okuruna ulaÅŸtırdı. ‘İşlemenin çepeçevre yürütülme çabasıdır. Denemeci konusuna tek yanlı yaklaÅŸmayıp bir güçlüğü çözeceÄŸim diye yalınlaÅŸtırıp budamayan, sezme ve sezdirme, bilme ve bildirme, kavrama ve kavranılır kılma olanaklarında soruları yoksul düşürücü kestirmelerden hoÅŸlanmayan insandır’ diyordu. Felsefe, edebiyat ve eÄŸitimcilik arasında koÅŸturduÄŸunu anlatıyordu: ‘KuÅŸkusuz bu yüzden göçer bir kuÅŸ gibiyim. Bu ödev bir yaÅŸama türküsü benim için.’Kolay deÄŸildi insanı anlamak. Almanya’daki öğrencilik günlerinde yurtta karşılaÅŸtığı harp malulü, tek kollu pedagoji öğrencisi Karl Smith’in dünyasını çözebilmek için haftalarca sol kolu yokmuÅŸ gibi davranmıştı. Tek kolla her iÅŸi yapmaya çalıştığını Smith çok sonra fark etmiÅŸ, aralarında ömür boyu sürecek dostluk böyle baÅŸlamıştı.Türkiye’de pek fark edilmese de 1960’lardan itibaren şöhreti dünyaya yayıldı. Usundaki felsefeyi çağırdığı, yanıttan çok sormalar kitabı ‘Felsefenin ÇaÄŸrısı’ndaki ilk yazıyı 1964’te Ä°ngiltere’deki Mind dergisi için Ä°ngilizce kaleme almıştı. Aynı yıl üç önemli geliÅŸme daha oldu: Fransızca yazdığı çözümlemeler, Ä°talyan dergisi Aut Aut’ta yayımlandı. Almanca yazdığı ‘ÇaÄŸrıdaki Temellendirme’ Zeitschrift für Philosophische Forschung’da yayımlandı. Ve profesör oldu.1966’da bursla Almanya, 1970’te Fransa ve Ä°ngiltere üniversitelerinde çalıştı. 1979-81 arasında Almanya’da, Wuppertal Ãœniversitesi’ne konuk profesörlük yaptı.KADÄ°R, KIYMET BÄ°LÄ°R VATANIMÖğretmeye tutkuyla baÄŸlı Nermi Uygur, büyük hayal kırıklıklarından ilkini 1992’de emekliliÄŸe zorlandığında yaÅŸadı. ‘İdareyle teÅŸriki mesai etmiyor’ anlamına gelen kötü sicille ayrıldı okulundan. Neyse ki Marmara Ãœniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin daveti ve 1995’teki Sedat Simavi Ödülü yetiÅŸti imdadına. Felsefe tarihi dersleri vermeye baÅŸladı. Doç. Dr. Gürbüz DoÄŸan EkÅŸioÄŸlu, Uygur’un adının o günlerde okulda efsane gibi dolaÅŸtığını hatırlıyor: ‘Bir felsefeci gelmiÅŸ, derslerine yer bulunmuyormuÅŸ, diyorlardı. Dersini izlediÄŸimde nedenini anladım. Dost olduk. Derya gibi bir aydındı. BilmediÄŸi yoktu. Seramikçi arkadaÅŸlarımızı seramik kimyası bilgisiyle, ressamları sanat tarihi birikimiyle hayrete düşürürdü. Gece uykum kaçsa, kalkıp tablolara bakarım, derdi. 10 yıl boyunca dünyamızı aydınlattı. Her gün yeni bir yönünü keÅŸfettik.’İkinci hayal kırıklığı 2002’de geldi. YÖK, ‘ya emekli aylığın ya da ders parası’ deyince, ücretsiz ders vermeyi teklif etti. Prosedüre uygun deÄŸildi. Yine de haftada bir okula gitmekten vazgeçmedi, akademisyenlerle söyleÅŸti. ‘Sevgisizlikle kuÅŸatılmış bir dünyada iyimser olmak yakışmaz insana. Kökenlerini sorgulayarak sevgisizliÄŸi sevgiye dönüştürmenin yollarını arıyorum’ diyordu bir röportajda. 2003’te yönetmelik deÄŸiÅŸti. Ama onun için artık geçti.AÄŸustos ayında, altı yıldır gittiÄŸi Burhaniye’deki yazlığında bir gece merdivenlerden düştü. Ambulansla Ä°stanbul’a getirildi. Zorlukla konuÅŸuyordu. Zaten 1986’da by-pass geçirmiÅŸ, altı damarı deÄŸiÅŸmiÅŸ ve ölümden dönmüştü. Özenli bakımla biraz toparlandı. 2005 başında hastaneye kaldırıldı, kalp atışları dengelenince evine gönderildi. Ve bir öğle vakti...15 kitap, sayısız öğrenci, anı bıraktı geriye. Ama o, bunlar yerine hayatının muhasebesini basit bir soruyla yaptığını söylemiÅŸti öğrencisi, 30 yıllık dostu Bayram BaÅŸer’e: ‘Kim beni sevdi, ben kimleri sevdim.’Â
button