Felsefenin göçmen kuşu

Güncelleme Tarihi:

Felsefenin göçmen kuşu
Oluşturulma Tarihi: Şubat 27, 2005 01:23

Günlük hayatın gittikçe hızlanan çarkında, silikleşen, belirsizleştirilen kavramları, değerleri sorgulamaktı asıl uğraşı: Akıl, bilgi, kuram, erdem, sevgi, dayanışma, hoşgörü. İlkokulda ‘Sorgucu’ydu lakabı; soruları onu 60 yıl sonra sere serpe çokçu felsefeye taşıdı.

Felsefeyi hayatla buluşturdu, 1960’larda şöhreti Almanya, ABD, İngiltere, Fransa’ya ulaştı. Yaşama sanatı ustasıydı; resim, müzik kadar mükellef sofraları, uzun yürüyüşleri sevdi. Kendini felsefe, edebiyat ve eğitim arasında uçan bir göçmen kuşa benzetirdi. 21 Şubat’ta, yağmurlu bir öğle vakti, Kalamış’taki evinden son kez havalandı. 80 yaşındaydı.

İngiliz düşünür Bertrand Russell, bir dostuna çalışma masasını gösterip, ‘Yüzüm hep duvara dönük oldu’ demişti. Russell’ı üzerine makale yazacak, ilk fırsatta koşup tanışacak kadar çok sevmekle birlikte Nermi Uygur farklıydı. Yüzünü hep hayata, güneşe döndü. Kaleminin enerjisi sabah ışığıydı, bisikletle ülkeleri keşfetti, tabanvayla dere tepe aştı, enginarın körpesini, güz lüferinin lezzetini tutkuyla sevdi. Kapısındaki zeytin fidanı için onlarca sayfa uzunluğunda metinler yazdı.

Bizler sabahları işyerlerimizin yolunu tutarken, o sözcükleri ve kavramları koyardı masasının üstüne: Dil, kuram, anlam, kuşku, eylem, beğeni, ahlak, erdem, sevgi, sanat, doğru, mantık, bilgi, eğitim. Felsefenin, bilimin ışığında sorgulardı. ‘Hep ama hep iç içe dolanan, dolandıkça karmaşıklaşan sorular, sorunlar ortamında buldum kendimi’ diyordu. Dostu Bertan Onaran’ın deyişiyle ‘Misketleriyle oynayan bir güzel çocuktu Nermi Uygur, misketleri bilgiydi. Çocuksu merakını, keşfetme sevincini hiç yitirmedi.’

MERAK BÖCEĞİ ISIRINCA

Nermi Uygur, 15 Ocak 1925’te İstanbul’un küçük balıkçı köyü Pendik’te doğdu. Üç yıl önce Rum nüfus boşaltılmış, Balkan göçmenleri yerleştirilmişti. 1921’de Yanya’dan ayrılan babası İbrahim Etem, altı kardeşiyle İzmir, Yalova üstünden Pendik’e gelmişti. Kurtuluş Savaşı’nda çarpışıp, eve döndüğünde Mediha Hanım’la evlenmiş ve hemen bir oğulları olmuştu.

‘Güneşle’deki denemelerinde anlattığına göre, yeşil boyalı, taş avlulu ahşap bir evde yaşıyorlardı. Bisiklete binmeyi, 3,5 yaş küçük kardeşi Gönül’le bu avluda öğrendi. ‘En sevdiğim oyun çelikçomaktı, çünkü işi rastlantıya bırakmazdı bu oyun, ustalık isterdi. Çember çevirmeye bayılırdım, ülkü gibi önümde giderdi çelik çember. Pendik’te büyüdüm. Yönelmelerimin kökü Pendik.’

Haşarıydı. Kapı pervazından tavana tırmanıp, merdiven yerine trabzandan kayarak alt kata inerdi. Kuzeninin anlattığına bakılırsa, tek erkek torun olmanın saltanatını sürdü çocukluğu boyunca. Evde Rumca konuşulurdu, sonradan öğrendi Türkçe’yi. İlkokula başladığı yıl babası Adalar Zabıta Amiri oldu, Büyükada’ya taşındılar. Evleri yandı, onlar kurtuldu.

Merak böceği sokmuştu küçük Nermi’yi. Mitralyöz ateşi gibiydi soruları. O günleri Arslan Kaynardağ’a ‘Daha ilkokul günlerimde soru yumağı gibi bir şeydim’ diye anlatan Uygur’a sınıf arkadaşları lakap bulmakta zorlanmamıştı: Sorgucu!

SEÇİMİ BOŞANMA NEDENİ

1936’da Galatasaray Lisesi’ne parasız yatılı girdi. Hafta sonlarını kütüphanede geçiriyor, iştahla okuyordu. Fransızca, Latince, Klasik Yunanca, edebiyatın temel eserlerini özümsedi. Hiçbir zaman yeterince cevaplanmamıştı soruları. Bir öğretmeninin ‘Felsefe okumaya başlayınca öğreneceksin’ ipucu ona ilerlemesi gereken yolu lise sonda gösterecekti.

2. Dünya Savaşı başladı, babası askere alındı. Trakya’da atlı takım komutanıydı. Kızının hemşire kolejindeki masrafını, oğlunun harçlığını zorlukla karşılıyordu. Umudu bir an önce hayata atılmalarıydı. Oğlunun kimyası pekiyiydi. Mühendis olabilirdi. İngiltere’den burs ayarladı. 1944 Haziranı’nda oğlu mezun olduğunda, ağır bir hastalık geçiriyordu. Buna rağmen uçak biletini bile almıştı. Annesi, ‘Hayatımız kurtuldu’ diyordu.

Fakat oğulları, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne yazıldı. Evde kıyamet koptu. Eşinden boşanan İbrahim Etem, çocuklarını terk edip Bursa’ya yerleşti. Anne Cerrahpaşa’daki evde kaldı. Gönül okulu bırakıp çalışmaya başladı. ‘Sorgucu’ya, hiç evlenmeyen, ölen ya da boşanan kardeşlerinin dokuz çocuğuna sahip çıkan Pendik’teki amcası Şemsi Uygur kol kanat gerdi. Pendik’ten Sirkeci’ye günde iki sefer yapan vapurla giderdi okula. Geceleri yorgan altında, kandille çalışırdı. Yolda üşümekten zatürree geçirdi. Odası küçük not kağıtlarıyla doluydu, girilmezdi. Bir ecza deposunda gece bekçiliğine başladı. Geceleri Almanca çalıştı. ‘Her şeye karşın eşine az rastlanır bir dört yıldı bu. Dersten seminere, okuma günlerinden gezilere koştum: Aster, Kranz, Fricke, Bean, Auerbach, Davies, Dietz, Gökberk, Tanpınar...’

1948’de pekiyi ile mezun oldu, askere gitti. 1950 Ocağı’nda okuluna asistan atandı. İlk kez konferansta konuşacağı gün bacakları titriyordu. Pendik’ten Şemsi Amca’sıyla ayrıldı. Okulda tam kürsüye çıkarken amcasının gözü yeğenin ayakkabılarına takıldı. İkisi farklıydı. Ayağındakileri çıkarıp verdi, Uygur böyle çıktı ilk kez konferansa.

BABANIN ÖZÜR SÜRPRİZİ

Alman hocaların çevirmenliğini yapıyor, ufku genişliyordu. Uzun yürüyüş alışkanlığı bu günlerde başladı. Kendi deyişiyle, tramvay zamanı tabanvaya gönül verdi. Macit Gökberk, Bedia Akarsu ve Alman hocalarla Boğaziçi’ni bir uçtan diğerine geçen, saatler süren yürüşlere çıkardı. Kültür ve felsefe konuşulurdu. Yıllar boyunca günde en az 1,5 saat yürüdü. Emekliliğinde sabah erken kalkar, günün ilk ışıklarını yazarak değerlendirir, pus kalkınca Fenerbahçe’de yürüyüşe çıkardı.

‘Algıları kısar otomobil. İnsan bakar görmez, görür tanımaz. Masa başına geçmeden yürümek gerekir. Sokrates’in yürüme merakı da düşünme sevgisinden değil miydi? Kır, orman insanı içine alıverir; ağaçlaşır, yapraklaşırsın. Kendini yitirmekten korkuyorsan insan izinden yürü, şehirden ayrılma.’

Asistanlığa başladığı günlerde, okulun yazıişlerine düştü işi. Babasıyla karşılaştı, onu arıyordu. Sesi titreyerek hediye aldığı çantayı uzattı: ‘Geç kaldım. Felsefenin böyle ciddi olduğunu bilseydim. İyi yaptın!’ Oğlunun koluna girip yürürken sordu: ‘Sahi, nedir bu felsefe dediğin.’

1952’de Kültür Bilimlerinin Varlık Yapısı teziyle doktor oldu. Fenomenoloji üzerine çalışmak üzere Almanya, Fransa, Belçika’ya gönderildi. Bisikletle bu ülkeleri adım adım dolaştı. Dönüşte ‘Husserl’de Başkasının Ben’i’ teziyle doçent oldu.

Ailesiyle Sultanahmet’te yaşadıkları yıllarda Giritli komşusu Abdurrahman Bey babasının yakın arkadaşıydı. Nermi, ikinci adını, kısmen de Fransızca’sını ona borçluydu. 1960 Eylülü’nde bir akşam Kırlı Ailesi’nden yemek daveti aldı. Dame de Sion’un son sınıfında okuyan torun Nilgün’le tanıştırıldı. Torun onun şöhretini arkadaşlarından duymuştu: ‘Felsefede genç bir hoca var, derslerinde boş yer bulunmuyormuş.’ Yollarını birleştirmeye karar verip, ertesi ay sözlendiler. Uygur altı aylığına Almanya’ya gitti, sevgilisine her gün bir kart gönderdi. 28 Haziran 1961’de evlendiler. Şahitlerinden biri Macit Gökberk’ti.

Ertesi yıl kızları doğdu. Adını Pınar koydular. Nedenini hiç söylemedi kızına Uygur. Aynı yıl yazdığı denemesi Yeradları’nda açıkladı: ‘Pınarı nitelemez Türkçe, içindedir tüm nitelikler.’

Uygur’un fakültedeki derslerinin ayakta izlenmesinin sebebi engin bilgisini didaktik tavırla aktarmak yerine, hatıra ya da yaşam tecrübesi paylaşıyormuş gibi sunmasıydı. ‘Öğrenciye hizmetten tat alırım, benimsedim mi hiçbir şey esirgemem. Soruyla araştırmalarına dört elle sarılırım. Öğrenerek öğretmeye bayılırım’ derdi. Onu dinleyenler uygarlık tarihinde yürüyüşe çıkardı. Bilgisini gerektiği zaman, karşıdakini boğmayacak şekilde, dinleyicisini aşağılamadan, cezalandırmadan ortaya koyardı. Boşuna değildi Sokrates’in öğrencileriyle gezintiye çıkarak ders anlatmasını anımsatması...

Kızıyla ilişkisi de aynıydı. Sürekli imtihana çekmek yerine arkadaş oldu onunla: ‘Büyükada’da yazlığa gittiğimiz yıllarda ormanda yürüyüşe çıkardık. Daha çok ormanın kokusu, pus, ışık etkisi, günbatımını konuşurduk. Kitap önerir, zorlamazdı. Piyano istediğimde hemen aldı. Alman Lisesi’ni ben seçtim. Biyolojiyi de. Sadece öğretmenliğin yüceliğini anlatarak beni bu alana yönlendirmiştir.’

LABİRENTLERDE BİR IŞILDAK

Varoluşçuluk’tan Fenomenoloji’ye, oradan Çözümleyici Felsefe’ye vardı Nermi Uygur. ‘Filozof denemeci gibi çalışırsa başarıya ulaşır’ düşüncesiyle edebiyata yöneldi. 1962’de ‘Dilin Gücü’yle başlayıp dünyayı, felsefeyi, kültürü sorgulama serüvenini denemeleriyle okuruna ulaştırdı. ‘İşlemenin çepeçevre yürütülme çabasıdır. Denemeci konusuna tek yanlı yaklaşmayıp bir güçlüğü çözeceğim diye yalınlaştırıp budamayan, sezme ve sezdirme, bilme ve bildirme, kavrama ve kavranılır kılma olanaklarında soruları yoksul düşürücü kestirmelerden hoşlanmayan insandır’ diyordu. Felsefe, edebiyat ve eğitimcilik arasında koşturduğunu anlatıyordu: ‘Kuşkusuz bu yüzden göçer bir kuş gibiyim. Bu ödev bir yaşama türküsü benim için.’

Kolay değildi insanı anlamak. Almanya’daki öğrencilik günlerinde yurtta karşılaştığı harp malulü, tek kollu pedagoji öğrencisi Karl Smith’in dünyasını çözebilmek için haftalarca sol kolu yokmuş gibi davranmıştı. Tek kolla her işi yapmaya çalıştığını Smith çok sonra fark etmiş, aralarında ömür boyu sürecek dostluk böyle başlamıştı.

Türkiye’de pek fark edilmese de 1960’lardan itibaren şöhreti dünyaya yayıldı. Usundaki felsefeyi çağırdığı, yanıttan çok sormalar kitabı ‘Felsefenin Çağrısı’ndaki ilk yazıyı 1964’te İngiltere’deki Mind dergisi için İngilizce kaleme almıştı. Aynı yıl üç önemli gelişme daha oldu: Fransızca yazdığı çözümlemeler, İtalyan dergisi Aut Aut’ta yayımlandı. Almanca yazdığı ‘Çağrıdaki Temellendirme’ Zeitschrift für Philosophische Forschung’da yayımlandı. Ve profesör oldu.

1966’da bursla Almanya, 1970’te Fransa ve İngiltere üniversitelerinde çalıştı. 1979-81 arasında Almanya’da, Wuppertal Üniversitesi’ne konuk profesörlük yaptı.

KADİR, KIYMET BİLİR VATANIM

Öğretmeye tutkuyla bağlı Nermi Uygur, büyük hayal kırıklıklarından ilkini 1992’de emekliliğe zorlandığında yaşadı. ‘İdareyle teşriki mesai etmiyor’ anlamına gelen kötü sicille ayrıldı okulundan. Neyse ki Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin daveti ve 1995’teki Sedat Simavi Ödülü yetişti imdadına. Felsefe tarihi dersleri vermeye başladı. Doç. Dr. Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Uygur’un adının o günlerde okulda efsane gibi dolaştığını hatırlıyor: ‘Bir felsefeci gelmiş, derslerine yer bulunmuyormuş, diyorlardı. Dersini izlediğimde nedenini anladım. Dost olduk. Derya gibi bir aydındı. Bilmediği yoktu. Seramikçi arkadaşlarımızı seramik kimyası bilgisiyle, ressamları sanat tarihi birikimiyle hayrete düşürürdü. Gece uykum kaçsa, kalkıp tablolara bakarım, derdi. 10 yıl boyunca dünyamızı aydınlattı. Her gün yeni bir yönünü keşfettik.’

İkinci hayal kırıklığı 2002’de geldi. YÖK, ‘ya emekli aylığın ya da ders parası’ deyince, ücretsiz ders vermeyi teklif etti. Prosedüre uygun değildi. Yine de haftada bir okula gitmekten vazgeçmedi, akademisyenlerle söyleşti. ‘Sevgisizlikle kuşatılmış bir dünyada iyimser olmak yakışmaz insana. Kökenlerini sorgulayarak sevgisizliği sevgiye dönüştürmenin yollarını arıyorum’ diyordu bir röportajda. 2003’te yönetmelik değişti. Ama onun için artık geçti.

Ağustos ayında, altı yıldır gittiği Burhaniye’deki yazlığında bir gece merdivenlerden düştü. Ambulansla İstanbul’a getirildi. Zorlukla konuşuyordu. Zaten 1986’da by-pass geçirmiş, altı damarı değişmiş ve ölümden dönmüştü. Özenli bakımla biraz toparlandı. 2005 başında hastaneye kaldırıldı, kalp atışları dengelenince evine gönderildi. Ve bir öğle vakti...

15 kitap, sayısız öğrenci, anı bıraktı geriye. Ama o, bunlar yerine hayatının muhasebesini basit bir soruyla yaptığını söylemişti öğrencisi, 30 yıllık dostu Bayram Başer’e: ‘Kim beni sevdi, ben kimleri sevdim.’
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!