Güncelleme Tarihi:
Bu kadarla da kalmıyor (-muş demeliyim aslında çünkü kitabı okumadım, Véronique Maurus imzalı röportajdan alıntı yapıyorum. Fotoğraf : Estelle Hanania / Le Monde) ...
Bu kadarla da kalmıyor-muş Fatma, fakirlik sebebiyle heder olmuş bir hayatı, çocuk yaşta tanımadığı bir adamla zorla evlendirilmesini, gurtetçiliği ve işverenin ve toplumun takdir etmediği işini anlattığı ‘Prière à la lune’ yani ‘Mehtapta dua etmek’ (?) adlı kitabında, bütün ‘KÜÇÜK İNSANLAR’ adına konuşuyor, özellikle kadınlar, özellikle de (Fransa’da) gurbetçi kadınlar: ‘DİĞERLERİ’ rahat çalışabilsin, yaşayabilsin, uyuyabilsin diye sabahın köründen, gecenin geç saatlerine kadar yıkayan, silen, derleyip toplayan isimsiz ve cisimsiz küçük karıncalar...
Para, pul, sosyal statü, ayrıcalık... hayır, ‘kendisi gibiler’ adına, sadece ‘YAPTIKLARI İŞE SAYGI’ duyulmasını istiyor Fatma.
“Sorun, diğerlerinin bakışında’ diyor. Temizlikçilik ‘saygıdeğer’ bir iştir. Gömlekleri ‘aşk ile’ ütülemek, bir eve çeki düzen vermek, beceri ister, cesaret ister. “Her yaptığım işe ‘şıklık’ katmaya çalıştım. Bir gömlek ütülerken bile, içimde bir yerde, bir estetik aradım...”
Gülmeyin...
Sorun, dram... kimsenin bu ‘sanatı’ görmemesi, takdir etmemesi. “Bir yağlıboya tablo yapıyorsunuz diyelim, asla kimse size ‘Ne güzel olmuş!’ demiyor. Ve her gün tuvaliniz yeniden siliniyor...”
Temizlikçilik namert bir iştir: “İşini iyi yapmazsan, ‘Adam gibi temizlik yapılmamış’ derler. İşini iyi yaparsan, gören, fark eden olmaz!..”
Tamam temizlikçilerin kaderi, ama bu adaletsizlik. Bu ‘değeri bilinmeyen ama zor işi’ birileri yapmasa, evlerin, iş yerlerinin hali nice olur? Doktor kadınlar, avukat kadınlar, yönetici kadınlar (ve erkekler) nasıl dışarıda çalışabilir?
Ama bunu da düşünen yok!
“Herkesin bir beklentisi vardır hayattan. Ben takdir edilmek istiyorum. İçten bir gülümseme, ‘Eline sağlık, ne güzel olmuş... Vallahi iyi ki sen varsın!..”
(Gazetecilerle gündelikçi kadınların ortak beklentileri ve şikayetleri olması ilginç değil mi?)
*
Fatma, ‘şevk ile çalışma’ tutkusunu çok ağır ödemiş. 32 yaşından 48 yaşına kadar 16 sene boyunca, durmadan, dinlenmeden iki büklüm yerleri silmiş süpürmüş, mobilyaları itelemiş, perdeleri yıkamış, asmış... Sabah 5’te kalkıp yollara düşmüş, akşam 8’e kadar Paris’in bir ucundan diğerine, günde 5 farklı işe koşmuş. (Fransa’da temizlikçiler ‘gündelikçi’ değil ‘saatçi’dir yani evlere, iş yerlerine saat hesabı giderler...)
Tabii çalışan her kadın gibi, akşam eve döndüğünde, bir mesai daha bekliyormuş onu.
Bütün bu koşuşturma ve daima “içimde bir korku” diyor Fatma: kirayı ödeyememe, iki küçük kızın önüne sıcak bir yemek koyamama korkusu...
Dokuz sene boyunca uykusuzluk (“Sabahın ikisinde ‘Allah’ım, işe gitmeme sadece 3 saat kaldı’ diye yataktan fırlardım...”), yorgunluk, kötü beslenme, sakinleştirici haplar...
Derken bir gün, film kopmuş. Elinde elektrik süpürgesi, bir merdivenden aşağı yuvarlanıvermiş. Bedeni (“elimdeki tek diploma”) artık isyan etmiş.
Bu kazanın kurtuluşu olacağını o tarihte bilemezmiş...
Şimdilik... hastaneden taburcu edildiğinde yürüyecek, elini kolunu hareket ettirecek halde değilmiş. “Acı, korkunun yerini almış” - mış.
“Doktorlarla ilk yolculuğu” bir sağırlar diyaloğuna dönmüş. Biri, Fatma’ya “Bir müddet çalışmayıp, dinlenmesini” salık vermiş; bir diğeri “Daha az yorucu bir iş yapmasını” önermiş.
Bu arada icra kapıya dayanmış, çocuklar işi serseriliğe dökmüş... “10 yaşına kadar iyi, sonra çok sorun çıkarıyor çocuklar. Soru sormaya başlıyorlar. Okulda ‘Annen ne iş yapıyor?’ diyor arkadaşları. Çocuklar bizden utanmamalı. Mânen yaralı ana babaların çocukları topluma kızgın oluyor...”
Evet, kendine göre bir hayat felsefesi var Fatma’nın...
Ama şimdilik umudunu tamamen yitirmiş durumda. “Merdivenden düşünce beni bir kenara attılar!” derken, Nanterre’li doktor Marie Pezé çıkmış karşısına. “İş ve acı” adını verdiği konsültasyonların öncüsü bir kadın psikanalist. Fatma nihayet onu dinleyecek birini bulmuş karşısında ve uzun bir “tamir ve tedavi” dönemi başlamış.
Önce, en acil tedbirler: doktor, Fatma’nın çalıştığı 5 ‘işveren’ ile temasa geçmiş, beşinin de ‘işine son vermesini’ temin etmiş, ondan sonra Fransız SSK’sıyla cebelleşmiş ve Fatma bir kimlik ile bir sağlık cüzdanına kavuşmuş.
Doktor onu günlerce, haftalarca dinlemiş.
Fatma, mutlu bir çocuk olduğunu “yeniden” hatırlamış. Akıllı, çalışkan, öğrenmeyi seven ama üç yıl gittiği okulu bırakmak zorunda kalan Faslı bir küçük kız çocuğu. O günlerde, Fas okullarında 10 dilbilgisi hatası yapan çocuğa 10 santim ceza kesilirmiş. 10 santim 2 kilo un demekmiş. Babası fakir, üstelik Fatma bir ... kız çocuğu! Üç erkek kardeşi okumuş, biri savcı bile olmuş. Fatma’ya dikiş nakış öğretmiş evde annesi. Sonra evlendirmişler. Kötü bir evlilik yapmış. Ve 1983 yılında kocasıyla beraber Paris’e gelmiş.
Mütevazı ama ‘pırıl pırıl’ küçücuk bir evleri varmış. Küçük diyorsam, küçük. İşsiz bir koca ve iki kız çocuğuyla 7 m2 bir odacık! Çalışmak ve evine bakmak zorunda kalmış Fatma. Ama adam gibi Fransızca bilmeyen, ilkokul üçten terk Faslı bir kadın ne iş bulabilir ki Paris’te? “En zoru, dil bilmemekti. İletişim kuramamak gerçek bir işkenceymiş meğer...”
Nanterre Hastanesi’nde yatarken kafasına dank etmiş: İletişim demek, tedavi demek!
Ve bundan sonra, bir mucize yaratmış Fatma: 2001’den 2005’e kadar, dört sene boyunca her gece, küçücük evinde, Arapça olarak ‘Fatma’nın kitabı’nı yazmış. Satır satır, sayfa sayfa... Dört yıl boyunca, kahraman doktoruyla birlikte Fransızca’ya çevirmişler birlikte ve Fatma bu sefer Fransızca yazmış, satır satır, sayfa sayfa...
Sonra, Dr.Pezé’nin de cesaretlendirmesiyle, kitabını pazarlamaya çıkmış. Paris Kitap Fuarı’na gitmiş. Elinde bir naylon torba, içinde Fatma’nın kitabı’nın fotokopisi, editörleri ikna etmeye çalışmış tek tek.
Ve içlerinden biri, Bachari, bu riski göze almış. Fatma’nın kitabı ‘Prière à la lune’ yani ‘Mehtapta dua etmek’ (?) adıyla piyasaya çıkmış.
“Bu kitap benim yeniden doğumum” diyor Fatma.
Paris’te, 26 haziranda piyasaya çıkan “kitabının” üç beş nüshasını kaptığı gibi, memleketine, Fas’a koşmuş Fatma.
Babasına ve erkek kardeşlerine ‘İŞTE DİPLOMAM’ diyebilmek için...
(Bu yazıda, meslektaşım Véronique Maurus’nün 24 ağustos tarihli Le Monde’daki makalesinden neredeyse bire bir alıntı yaptım... İzin almadım, alamadım! Affola!)