Güncelleme Tarihi:
Annesi, babası ya da çocukları ölenlere, estetik ameliyat yapsak gibi garip bir düşünceye kapılırım zaman zaman. Bin bir senaryo geçer aklımdan. Kendim yazıp, kendim oynadığım kısa metrajlı filmler kurgularım. Sonu ‘en mutlu sonla’ bitecek senaryolar. Bazı küçük ve belki de yaşamda karşılaşılabilecek en büyük fedakarlıklarla oynanan ‘en büyük küçük’ senaryolar. En büyük. Çünkü bir kişinin yaşamını değiştirmek, bütün insanlığın yaşamına katkı sağlamak kadar kutsal. Küçük, başkaları, kim olursa olsun bize göre hep küçük. (meelesef) Kimse bir kişinin yaşamını değiştirme işini büyük bir mesele olarak görmüyor. Ne önemi var diyip geçtiğimiz, basit olaylar olarak kalır başkalarının oynanmamış ve yaşanmamış senaryoları.
Bir düşünsenize. Siz daha o masum çocuk idrakiyle olanları fark edemeyecek kadar minicikken, kaybetmişsiniz babanızı. Zavallı anneniz bağrına taş basıp, sırf siz babasızlık nedir bilmeyin, babasızlık derdi çekmeyin diye hemen o ay evleniyor.  Hemen canım ne var bunda demeyin ne olur. Var, var. Hem de çok şeyler var bunda.
Evet bir düşünsenize. Zavallı dul kadın. Bütün özlemini 3 metre kefen bezinin içinde toprağa gömen taze dul. Sevgilisi ile doya doya bakışamamış, gülüşememiş, sevgilisine ve ona olan sevgisine doyamamış bir kadın. Bilirsiniz işte. Özlemleri kalbine gömer insanlar. Bağrına taş basar. Yüreğini kavuran ateşten, dışa vuran buruk bir tebessüm ve derin bir bakıştır görebildiğiniz. Ve yanaklardan aşağıya süzülen göz yaşları parıltısı. Ateş gibi yanan kalbi söndürmek için, geçtiği her yeri yakıp aşağılara inen akkor damlaları.
Sırf siz babasızlık çekmeyin diye evleniyor anneniz ya. Bu nedenle düğün gizli yapılıyor, haliyle. Sizden habersiz. Siz, babam at’taa gitti diye biliyorsunuz. Ve bir de bakıyorsunuz ki, gelmiş 1 ay sonra.
Çocukluğumdan beri kafamı kurcalar bu mesele. Acaba ne olurdu bu durumda? Kabullenir miydi çocuk yeni babasını? Ya, yeni baba da nereden çıktı canım şimdi. 1 ay sonra gelen adamcağız, yeni baba filan değil ki. Resmen eski baba. Eski babanın tıpa tıp aynısı.
Yüzü en deneyimli plastik cerrahların ellerinde, tıpkı ölen babanızın yüzüne benzetilmiş. Aile toplanıp, boyu boyuna, tipi tipine, huyu huyuna uygun bir baba bulmuş, sizin için. Akrabalar, başta taze dul, yüreğine taş basan anne olmak üzere, bütün akrabalar meseleye hakim.
Yeni damatla konuşup anlaşmışlar. Roller en ince ayrıntısına varıncaya kadar ezberlenmiş. Bir tiyatro gibi çalışılmış bütün her şey. Rahmetli hangi yemeği severse, yeni gelen babamız da o yemeği seviyor, çaresiz. Hangi kıyafetleri giyiyorsa, o kıyafetleri giyiyor. Hangi parfümü kullanıyorsa o parfümü kullanıyor.
Nasıl traş olur? Nerelere gider? Kimleri sever? Hatta nerede çalışıyorsa, orada çalışmak için, onun yaptığı işi yapmak üzere, bir ön eğitimden bile geçirilmiş yeni damat.
Size biraz bilim kurgu gibi mi geldi bu senaryo? Ya da film kurgu? Sahi kim yapar bunca organizasyonu? Kim çeker bunca kahrı? Kim kabullenir bu ızdırabı? Kim? Kim? Kim? Ve kimin için, kim girer bunca yükün altına?
Bir küçücük çocuk için deÄŸer mi bunca zahmete? Bunca eziyete girilir mi? YaÅŸam bir tiyatro gibi yeni baÅŸtan yazılıp, sırf bir ölü ve hayatta kalan bir diri uÄŸruna, bunca detayına varıncaya kadar oynanır mı, yeniden? Şöyle böyle bir ÅŸekilde giden hayat geminizin rotası, bir küçük çocuk için batıdan doÄŸuya çevrilebilir mi sizce?Â
200 kişi ölen babanın akrabası, 200 kişi taze dul annenin akrabası, 200 komşu, 200 kişi yeni damat rolünü kabul edecek kişinin akrabası. 200 işyerindeki çalışanlar, müşteriler, tedarikçiler. Nerden bakarsanız bakın en az, minimum bin kişinin yaşamını değiştirecek bir tiyatro olurdu bu. 1000 kişiye biçilen yeni bir hayat? Bir küçük çocuk için bunca zahmete değer mi sizce?
Tiyatronun senaryosu tamam da, benim merak ettiğim bunu oynamaya gönüllü oyuncular bulabilir miyiz acaba? Bir kişinin mutluluğu için, bin kişiyi seferber edebilir miyiz? Şanlıurfa’daki nesli tükenen Kelaynak kuşları için her yıl ülkemize gelen Alman profesörlere, araştırmacılara bile bu gözle bakıyorum. Onlar bir kuşun yaşamına bunca değer verip, el ele verip, seferber olurken… Biz adına insan denen kendi hemcinslerimiz için bir şeyler yapabilir miyiz acaba?
Edirnekapı’daki Şehitliğe bir gidin isterseniz? Şehit olan babalarının resimlerini, sanki babalarının elinden tutuyormuşçasına sımsıkı tutan minik eller göreceksiniz orada. Gözleri kan çanağına dönmüş annesine, anne babam ne zaman gelecek diye soran minicik masum yavrular göreceksiniz. Mezar başında bir mucize bekleyen, şehidin mezardan kalkıp doğrulması için bütün yüreğiyle dua eden minik eller göreceksiniz. Ve o küçücük dudaklara ağır gelen büyük büyük dualar duyacaksınız. Allahım ne olur babam gelsin. Gelsin. Gelsin… Bir sene öncesine kadar ellerini yana açıp, geeel-geeel-geeel-gel yapan babasına nazire yaparcasına, geel-geel diyen yavrucaklar göreceksiniz. Yukarıda yazdığım senaryonun oynanıp, oynanamayacağına o zaman karar verin isterseniz. Saçma sapan ödüller ve abuk sabuk idealler uğruna, evi-barkı-işi-gücü bırakıp aylarca bir eve kapanan yarışmacılara bakınca, sanki benim yazdığım senaryo, biraz daha oynanabilir gibi geliyor bana.
Ve nerede bir yetim yavru görürseniz, boynu bükük, onun babası, onun annesi olmak isteyip istemediğinizi şöyle bir düşünün dostlar hızlıca. Yaşama bir reset çekip, yeni bir hayat kurmak isteyip istemediğinizi, şöyle hızlı bir şekilde sorun vicdanınıza. Bir kişinin canına can katmak isteyip istemediğinizi? Bir kişinin hatırına hayata yeniden ve yenibaştan başlayıp başlayamayacağınızı? Sorun ve dinleyin.
Resetlemek mümkün hayatı mümkün olmasına da. Ah bir de şu olmaz’cılar takımının hiçbir senaryoyu beğenmeyen, kendilerini beğenmiş oyucuları olmasa.
Ya da olsa olmasına da. Problem yapmasa? Ne dersiniz? Olabilir mi acaba? Birimiz hepimiz içini başarabilir miyiz? Birimiz için, hepimiz, bütün kaynaklarımızı seferber edebilir miyiz?  Yoksa yine ‘banane canımcığım’ oyununun son perdesini sahnelemeye devam mı?