‘’Mezara kadar gider, bu altınlar’’ dedi... Görmek, inanmak için yeterliydi. Hatice’nin alnına dizilmiş sarı liraların ışığı, beyaz tenini biraz daha aydınlatmıştı. Yüzüne bakarken, sayısını bilemediğim altınlar gözümü alıyordu. Yemenisine iliştirdiği fesleğenin kokusu geldi burnuma. Kırmızı şalvarının üzerine giydiği çiçekli etekliğin belinden, ipin ucunda bir anahtar sarkıyordu. Çomakdağ’ın, tek tük ayakta kalabilmiş, taş evlerinden birine, kendi evine davet etti beni.‘’Gün olur, sıkıntıya düşen, satar altınlarını, yoksa ölünceye dek taşırız... Düğünlerde, bütçesi müsait olan, 10 tane beşi bir yerde yapar. Durumu iyi olmayan da beş tane... Gelin, kaç altın takarsa taksın, bizim düğünlerimiz dört gün sürer...’’Çomakdağ’ın düğünleri, Milas pazarına gittiklerinde bile altınlarını takan ve yemenilerine rengarenk çiçekler iliştiren kadınları kadar ünlü bir başka özelliği de evleri. 70’lere kadar, her yeni evlenen çifte, sıfırdan bir taş ev yapılırmış. İki hafta boyunca, en az dört usta uğraşırmış bir taş ev için. Sonraları, taş ustaları, Bodrum’a taş yontmaya gitmeye başlamışlar. Bugün artık, evler, tuğla ve betondan. Zaten taş ustaları da çok yaşlanmış. DÜĞÜN TURİZME AÇILACAK‘’Ev, bubalığımdan kalma. Evin bir oğluymuş beyim. Daha önceleri, Söke- Milas arası şoförlük yapardı. Aileden kalma çok zeytin ağacımız var. Zamanı gelince, zeytin toplarız.’’Hatice’nin evinin renkli, ahşap kapısından girip, odayı çevreleyen yastıklara oturduk. Duvarda bir tüfek asılıydı, rengarenk oymalı tavan göbeğinin üzerindeki floresan lamba, odayı aydınlatıyordu. İçerisi tertemizdi. Kendi işlediği bir çarşafı, yatak yorganın durduğu yüklüğün önünde asmıştı. Renkli dolap kapağı göz alıyordu. Çomakdağlılar, bugün varını yoğunu düğünleri için harcıyor. ‘’Çeyiz getirilir, damat evinin çatısına bayrak dikilir, çatıdan atış yapılır, bu düğün başladı demektir. Düğün gününe, ‘duvak’ denir. Dibekte buğday dövülür, kına yakılır, nişan getirenlere
yemek verilir, yemenin içmenin sonu yoktur... En azından, bir kilo altın vardır düğünlerde. Sonra güreşler tutulur, dışarıdan hakem gelir, iddialaşma olur, pehlivan getirtmek masraflıdır...’’‘’Kız evi olacak’’ dedikleri, meydandaki taş evde, rafta vesikalık bir fotoğraf duruyor. Genç kız, boynundaki altınlarla birlikte çektirmiş fotoğrafı. Kızlar, ancak evlendikten sonra, altınların dizildiği ve ‘’sakındırak’’ dedikleri, gerdandan geçen boncuklu bağla sağlamlaştırılan, bu özel başlıkları giyiyorlar. Üzerine de dokuttukları ipek başörtüsünü sarıyorlar. Fatma Hanım’ın, ‘’sizi misafir edip, salonumu göstermek isterdim ama şu anda böcek dolu’’ demesini, önce anlayamıyorum. Meğerse, geleneksel ipek kıyafet dokutmak için, evinde hálá ipekböceği yetiştiriyormuş. Evinin önünden bir sonraki geçişimde, böcekleri topladığını söylüyor. Rafında bakır kaplar duruyor; ‘’eskiden düğün davetiyesi yerine, yakın dostlara ve akrabalara elbise kumaşı, ayakkabı gönderilir, karşılığında da düğün hediyesi olarak, bakır kaplar gelirmiş. Daha az samimi olanlaraysa, havlu gönderilir, karşılığında tepsi, çanak ve duvar saati gibi eşyalar gelirmiş.’’ Çomakdağ’ın meydanındaki çay bahçesinde, derin bir sohbet var. Düğünler, turizme açılacakmış. Tabii, dört gün sürmeyecek, misafirlere kısaltılmış olarak sunulacakmış. İyi bir fikir mi, emin değilim... Kadınların, yemenilerine iliştirdikleri bir dal fesleğenin doğallığına gölge düşürmesin yeter...Semt semt yağan yaz yağmurlarındandı... Milas’ın sokaklarında dolaşırken, Arasta’da ahşap sandalyeli bir kahveye sığındım. Türk Ocağı Caddesi’ndeki, 70 küsur yıllık Yüksek Kahve’nin asma katına çıktım. Buranın üçüncü kuşağı Levent Bey, kahve yaparken, ben de Milas’ın şansını ve şanssızlığını düşündüm...Bir zamanlar, yakınında kurulduğu Sodra Dağı’nın zengin mermer ocaklarından elde edilen mermerlerle, Mylasa’nın her yeri tapınaklarla donatılmış ve burası adeta bir mabetler kenti olarak anılır olmuştu. Öyle ki burada konser vermeye gelen ve mabetlerin çokluğundan etkilenen, nükteleriyle ünlü arpçı Stratonikos, resitalinin açılış konuşmasında, ondan beklenen ‘’İnsanlara kulak ver’’ sözü yerine, ‘’Mabetlere kulak ver’’ demiş ve bu, çağın meşhur öykülerinden biri olmuştu. Aynı hikaye, bir de şöyle anlatılmıştı; pazaryerindeki bir çalgıcının dili sürçmüş, ‘’Dinleyin ey halk!’’ diyeceğine, ‘’Dinleyin, ey mabetler’’ diye seslenmişti... Bugün Milas’ta, kimse böyle potlar kırmıyor. Burası mabetlerin görkeminden uzak, sade bir Akdeniz yaşamı sürüyor. Zaman zaman, buradan gelip geçenlere, biraz kırgın... Henüz çılgın komşu Bodrum turizmle tanışmamışken, pamuk, tütün ve zeytinyağı işlerinde çalışmak için, akın akın Milas’a gelinirmiş. Bugünse Bodrum’un iş gücünün büyük bir kısmını Milaslılar karşılıyor. Aralarında, iş bulmak için İzmir’e göç edenler de var. Milas, kabuğunu kırmak istiyor... Zengin tarihinin, geçmişe damgasını vuran, renkli toplumsal mozaiğinin, Bodrum yolu üzerinde, böylesine bir çırpıda es geçilmesine bozuluyor. Yaklaşık üç asırlık, Çöllüoğlu Hanı’nda tek bir şövalye kalmış. Ahmet Sever, bütün hanı kiralamış, han sahibi olmanın sefasını sürüyor. Köhne hanın ikinci katındaki tezgahında, keçi kılından yolluk dokuyor, yaptıklarını da perşembe günleri kurulan Bodrum’daki Yalıkavak pazarında satıyor. ‘’Salıları, dükkanda yayılmıyorum’’ diyor. Salı günleri de Milas pazarında satış yaptığını anlıyorum. Milaslılar’ın kullandıkları sözcükler önce şaşırtıyor, sonra yavaş yavaş alışmaya başlıyorum.İlkçağda mermerleriyle ünlü kent, şimdi apartmanlarıyla göz dolduruyor. Görmezliğe gelmek mümkün değil. Bir zamanlar, Bodrum’a giden çevre yolunun sol tarafı, uçsuz bucaksız Milas Ovası’ydı. Ovaya, apartmanlar dikildi, çiftçi kentin içinde eker biçer oldu, sonunda kendine başka toprak aradı. Daha ne kadar Milas, bir ovası olduğunu iddia edecek, bunu tahmin etmek zor. Oysa,
Atatürk Bulvarı’nda, Milaslı aÄŸaların Ege adalarından getirttikleri Macar ustaların yaptığı renkli Macar Evleri’ni görünce, baÅŸka bir Milas hayal ediyorum. Tabakhane Caddesi 11 numarada, yıkılmak üzere de olsa, o daracık sokakta heybetle duran evdeki ince zevki farkedebiliyor, Milas’ın geçmiÅŸinde, görünenden çok farklı bir zenginlik sakladığını düşünüyorum. Milas’ın zenginliÄŸi, insanlarıydı. Bir dönem, Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler, burada Türklerle birarada yaÅŸadılar. Milas’ın merkezinde, Yahudiler’in havraları, evleri, dükkanları, 1950’lere kadar da nüfusu bine ulaÅŸan bir cemaatleri vardı. Bugün Milas’ta tek bir Yahudi bile yaÅŸamıyor. Ancak insan çeÅŸitliliÄŸi geleneÄŸi sürüyor. Milas’ın civar köylerinde yaÅŸayan, davul ve zurnadaki yetenekleri herkesçe bilinen Kıptiler var. Civardaki ve hatta Bodrum ya da MuÄŸla’daki düğünlere çaÄŸrılıyorlar. Ayrıca, kendilerine ‘’Araplar’’ diyen Milaslılar, kerestecilik yapan Tahtacı Aleviler ve DoÄŸu’dan gelenler, Milas’ın geçmiÅŸteki renkliliÄŸinin bir devamı gibi...HAYALET KÖY ESKÄ°HÄ°SARKöyün giriÅŸinde, açık tenli bir delikanlı, antik kente bilet kesmek için bekliyordu. Köy meydanındaki maviye boyalı kahve ve fırın, terkedilmiÅŸliÄŸin ilk görüntüleri olarak beni sarstı. Bir hayalet köydeydim. Arkama dönüp baktım, suyu akmayan çeÅŸmenin yanında duran genç, artık orada yoktu. Stratonikeia antik kentinin kalıntıları arasında, yaÅŸamın da harabeye dönüştüğü bir köydü burası. Ä°nsanlar, bir belirip, bir yok oluveriyorlardı. YaÅŸam enerjisi yoktu, sessizlik vardı... Gökgürültüsüne benzeyen bir sesle irkildim... YataÄŸan Termik Santralı’ndan çıkan dumanların ve yol boyunca sıralanan aÄŸaçların yanmış yapraklarının yanından geçip geldim, Eskihisar Köyü’ne. Köy, bir kömür havzası üzerinde kurulu olduÄŸundan, 1984’te, evler ve araziler kamulaÅŸtırılmış, köylüler baÅŸka yerlere taşınmıştı. Bugün, köyde hálá 8- 9 hane var. Ne köyün evlerine ne de antik kentin yapılarına benzeyen, kale gibi yüksek duvarları olan bir binanın arkasından dolanıyorum. YeÅŸillikler içinde, ahÅŸap verandalı bir ev var burada. Hüseyin Amca, hanımıyla birlikte kendini bildi bileli burada oturuyor. Terk etmemiÅŸ, kalmış. Eskihisar’ın eski hallerini, bu yüksek duvarların köy aÄŸalarının evlerinden kalma olduÄŸunu, oÄŸlunu ‘’çıraÄŸa sürdüğünü’’, yani evlendirdiÄŸini, bir çırpıda anlatıyor.Uzakta, kömür ocaklarını görebiliyorum. Eskihisar’ın iklimi ve suları aynı deÄŸil çoktandır. Ä°skender’in kumandanlarından Seleukos’un oÄŸlu Antiochos’un, yasak aÅŸkı için kurduÄŸu ve sevdiÄŸinin ismini verdiÄŸi Stratonikeia bile, kalkanı düşmüş bir savaşçı gibi duruyor. Köyün yollarının, mahallelerinin bir zamanlar adları vardı. Åžimdi, biri bir mektup göndermek istese, postacı, suyu akmayan çeÅŸmesi, kapısız penceresiz kahvesi, yıkık fırını olan bir köye gelmek ister mi? Hele, o delikanlı, giriÅŸte beklemezse, bir ihtimal arkasını dönüp gidecektir... Çomakdağ’ın yamaçlarından Milas’a bakan antik kent Labranda’da bir kehanet merkezi varmış. Ãœnlü gezgin ve coÄŸrafyacıların anlattığına göre, tapınakta bulunan kutsal havuzda, rahiplere Zeus’tan mesajlar ileten, altın gerdanlık ve küpelerle süslü balıklar yaÅŸarmış. Balıkların, çaÄŸrıldıklarında gelip insanların avuçlarından yem almaları olumlu, almamaları ise olumsuz iÅŸaret sayılırmış. Avucuma bir yem alsam, belki öğrenebilirim... Acaba insanlar, Milas’tan geçip gitmeye devam edecekler mi? Eskihisar Köyü, bir gün tamamıyla terk edilecek mi? Çomakdağ’ın kadınları ve düğünleri hep böyle kalabilecek mi? BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIMOsmanlı ve Levanten evlerinin olduÄŸu, Milas’ın arka sokaklarında dolaÅŸmakÇomakdaÄŸlı kadınlarla altınları ve düğünleri üzerine sohbet etmekMilas’ın salı pazarında, 120 köyden gelen ürünlerin arasında, bilmediklerinizle tanışmakÇöllüoÄŸlu Hanı’nda Ahmet Bey’in keçi kılından yolluk dokumasını seyretmekYüksek Kahve’nin asma katında Levent Bey’in kahvesini içmekAkÅŸamüstü merkezde tur atarak, Milaslılar’ın bu geleneÄŸine katılmakMilas’ın Arasta’sında dolaÅŸmakGümüşkesen Mezar Anıtı’nın olduÄŸu parkta oturup, oynayan çocukları seyretmekUlu Cami’nin etrafında dolaşırken, duvarlardaki devÅŸirme taÅŸları bulmakHayalet köy Stratonikeia’nın ıssız sokaklarında dolaÅŸmak ve burada hálá yaÅŸamakta direnenlerle konuÅŸmakÂ
button