Murat Bardakçı
Oluşturulma Tarihi: Ekim 15, 2006 00:00
Çoğumuz, eski İstanbul’un pırıl pırıl ve yemyeşil bir şehir olduğunu zannederiz ama işin aslı hiç de öyle değildir. İstanbul tarihi boyunca hep harap, ormanlık olduğu söylenen Boğaz sırtları da çoraktı. Baskısı birkaç gün önce tamamlanan ama henüz dağıtılmayan "Konstantiniyye’den İstanbul’a" isimli eserde bu gerçek apaçık görünüyor ve albümde yeniden inşa tartışmaları devam eden fakat eski fotoğrafı bir türlü bulunamayan Rumelihisarı’ndaki camiin fotoğrafı da yeralıyor.
BUGÜN, "Öteki Dünya" sayfasında Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın yayınladığı "Konstantiniyye’den İstanbul’a" isimli albümü tanıttım. Bu albümdeki fotoğraflar, bakmasını bilen şehir tarihçilerine, bugün "doğru" zannettiğimiz birçok bilginin aslında "yanlış" olduğunu gösteriyor.
Meselá, eski İstanbul "şiir gibi" değil, dökülüyor! Pitoresk bir manzaranın, ortasında maalesef bakımsız bir şehir var. Ahşap binaların çoğu neredeyse yıkıldı-yıkılacak halde, sokaklar hiç de öyle rahat yürünecek vaziyette değil, "Boğaziçi’nin incisi" diye bahsedilen yalılar bile, birkaç devlet büyüğüne ait olanlar müstesna, neredeyse denize düştü-düşecek gibiler...
Bir zamanlar várolan ormanları anlatıla anlatıla bitirilemeyen Boğaz sırtları yeşil değil, çorak. Heryer boş, kilometreler boyunca uzanan kıraç arazilerden ibaret... Yamaçlarda várolan tek-tük ağaçlar zorla seçilebiliyor ve Boğaz sırtlarının yeşillikten ve ormandan böylesine uzak olmasının sebebi de diğer fotoğraflarda açıkça görülüyor: Odun yığınları... Asırlar boyunca zaten kalabalık olan ve nüfusu 19. yüzyılda bir milyona ulaşan İstanbul’un yakacak ihtiyacını karşılayabilmek için şehrin civarındaki ormanlardan ve yamaçlardaki ağaçlardan rahatça istifade etmişiz.
Albümlerde, günümüzdeki bir tartışma ile yakından ilgili bir fotoğraf da var:
Bundan birkaç hafta önce yaşanan "Rumelihisarı Camii" meselesini hatırlarsınız. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Hisar’da 1452’deki fetihten önce yapıldığı söylenen ve bir kısmı 20. yüzyılın ortalarına kadar várolan camii yeniden inşa etme kararı almış ama fotoğraflarını bulamayınca Fransız ve İngiliz arşivlerinde aratmış fakat istenen resim oralarda da çıkmamıştı.
"Konstantiniyye’den İstanbul’a" albümlerindeki 1890 tarihli bir fotoğrafta, tartışmaya konu olan camiin gördüğünüz bu küláhı yıkık minaresi de var.
Gerçek yoksulluk, kulun Tanrı’ya karşı aczini ve ihtiyacını anlamasıdır
"YOKSULLUK övüncümdür; onunla övünürüm" sözünü, sufiler hadis olarak kabul ederler. Mevzu’ sayanlar varsa da, "Sefinet’ül-Bıhar"da sahih olarak geçer ve Kur’an-ı Kerim’de yok-yoksul kişilerin methine dáir áyetlerle teyid edilir.
"Sefinet’ül-Bıhar"da, "Yokluk-yoksulluk, iki dünyada da yüzkarasıdır" hadisini de, "Yoksulluk, güzel bir yüzdeki siyah bene benzer; o adamın güzelliğini artırır" tarzında tevcih edenlerin bulunduğu bildirilmekte, herkesin Tanrı’ya nazaran yoksul olduğu ve bu yoksulluğun umumi bir máhiyet arzettiği anlatılmakta, "Allahım, beni, sana karşı yokluğumu-yoksulluğumu bildirerek zenginleştir; sana muhtac olmadığımı zannettirecek tarzda yoksullaştırma" ve "Allah’ım, beni yoksul olarak yaşat, yoksul olarak öldür ve yoksullarla hasret" hadisleri de rivayet edilmektedir.
Bu hadislerle "Az kaldı ki yoksulluk küfür oluyordu" hadisine ve yoksulluktan Allah’a sığınmaya dáir várid olan hadislere de şu suretle máná verilir: İstenen, övülen yoksulluk varlıktan, benlikten, ferdiyetten geçmektir; kulun Tanrı’ya karşı yokluğunu, aczini, ihtiyacını anlamasıdır. Allah’a sığınılan, küfre kadar varan yokluk-yoksulluk ise, maddi yokluk-yoksulluktur.
Medfune
Diyarbakır taraflarının yemeklerinden olup patlıcandan yapılır ve bu isimle meşhurdur. Taze patlıcanlardan yeteri kadar alınıp kabukları soyulur ve ceviz boyunda doğranırlar. Bir tencereye kat kat doldurulur, içine üzerini örtene kadar yarım ölçü su, yarım ölçü de koruk suyu konur ve pişirilir. Diyarbakır taraflarında, sumak ekilir ve ekşi nar pekmeziyle pişirilirse de, limon ve koruk suyuyla da yapılabilir ("18. Yüzyıla Ait Yazma Bir Yemek Risálesi"nden).