Güncelleme Tarihi:
DOT’un İskoç yazar David Greig imzalı yeni oyunu ‘Sarı Ay’, ekibin daha evvelki oyunlarında sahnedeki performansıyla tanıdığımız Pınar Töre’nin ilk yönetmenlik deneyimi.
Aynı oyunu Edinburgh’ta izleyen Murat Daltaban’ın Pınar Töre’ye yönelttiği “Sen sahneye koymak ister misin?” teklifi üzerine başlamış provalar. Ve tamı tamına dokuz ay sürmüş. Uzun prova süreci, ekibin oyuna yabancılaşmasını beraberinde getirir çoğunlukla. Ama bu kez öyle olmamış. Pınar Töre ve ekibi, Sarı Ay gibi üç katmanlı ve incelikli bir reji çalışmasıyla çözümlenmeyi gerektiren metnin altından alnının akıyla çıkmayı becermiş.
Lee Macalinden (Kaan Turgut), sorunlu bir ergen. Annesi (Gizem Erdem) ve onun erkek arkadaşı Billy (İbrahim Selim) ile yaşıyor. Bir de kafasından hiç çıkarmadığı babasından yadigar fötr şapkayla... Leila Suleyman (Su Olgaç), nam-ı diğer Sessiz Leila’ysa; insanların kelimeleri zaten duymak istedikleri gibi anladıklarını fark ettiği için konuşmaktan çoktan vazgeçmiş. Magazin dergilerindeki gösterişli hayatlara öykünen, varlığını yalnızca kendine fiziksel acı verdiği anlarda hisseden bir Müslüman genç kız... O malum gece, Billy’nin Lee’nin şapkasına dokunmasıyla başlıyor hikâye. Başta polis olmak üzere herkesin peşinde olduğu Lee, aynı gece süpermarkette karşılaştığı Sessiz Leila’ya soruyor: “Geliyor musun, yoksa geliyor musun?”
İşte Sessiz Leila hayatında ilk kez o an ‘nihayet bir hikâyenin içinde’ olduğunu hissediyor. Ve ikili İskoçya’nın dağlarında, Lee‘nin babasının peşine düştükleri bir maceraya atılıyorlar... Anlayacağınız, hikâye bildik. Oyunun tanıtım metninde de yazdığı gibi, farklı yorumlarını daha önce de gördüğümüz ‘modern bir Bonnie and Clyde masalı’ aslında. Sarı Ay’ı özgün kılansa, sahnelenişi ve anlatım dili.
Sarı Ay, epik bir oyun. Dolayısıyla oyuncular geçmiş zaman kipi, üçüncü şahıs zamiri ve açıklamalı konuşma kullanarak, önce kendileriyle sahne ve roller, sonra da seyirciyle oyun arasına bir mesafe koyuyorlar. Bu yabancılaşma, izleyicinin anlatılanları eleştirip yargılayarak, sürekli bir arayış ve buluş sürecine girmesini sağlıyor. Oyunun izleyiciyi finale dek sürekleyişinin sırrı öncellikle bu. Sonra da, geçen sezon sahnelenen Supernova’yla birlikte fiziksel tiyatroya ağırlık vermeye başlayan DOT’un aynı üslubu Sarı Ay’da da sürdürüyor olması...
Yalnızca dört beden, bir şapka ve dört sandalye kullanılarak sahnelenen oyunda, kimi zaman hikâyenin gerektirdiği dekoru da oyuncular temsil ediyor. Açıkçası, oyunculukların hepsi çok başarılı. Belli ki kendilerini adamışlar bu işe. Ama benim aklımda en çok kalan, Leila’yı Ayşecan Tatari’yle dönüşümlü olarak oynayan Su Olgaç ve anne rolündeki Gizem Erdem oldu.
Hani bir oyun izlersiniz, bazen günler hatta yıllarca kafanızda dönüp dolaşmak üzere gözlerinizden ta içeriye süzülür ve kendine sağlam bir yer bulur. İşte ‘Sarı Ay’ öyle bir oyun değil. Salondan çıktıktan sonra söylenebilecek tek cümle şu belki de: “İyi iş çıkarmışlar.