Güncelleme Tarihi:
Müzenin ismi güzel öncelikle: İnce Sanatlar Müzesi. Azerbaycan Türkçesi’nde bu ifade, ‘Güzel Sanatlar Müzesi’ anlamına geliyor. Bu açıdan bakıldığında, Gülzen Akın’ın, ‘Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’ mısraı daha bir zenginleştiriyor derinlik katsayısını sanki. Tabii Behçet Necatigil’in, ‘İncelikler ne isterler, Bilmezden gelelim gelelim, Gerçek çoğu zaman örtülüdür’ mısraları da.
‘Ne yanar kimse bana...’
Ancak, Ayvazoski’nin ‘Fırtına’ isimli tablosu ile Fuzuli’nin resmedildiği dev bir halı, ‘İnce Sanatlar’ın hakikaten ‘ince’ldiğinin somut bir göstergesi. Ayvazovski’nin tablosuna bakarken, gerçekten fırtınanın ortasındaymış gibi ürpermemiz, Fuzuli’nin ince ince işlenmiş detaylarına eğilirken gözbebeklerimizin kendisine yeni yollar araması bundandır belki de. Eski Kent’te UNESCO’nun desteğinde tepeden tırnağa yenilenen Şehinşahlar Sarayı’nın serin avlularından Hazar’a bakarken benzer bir beyhûdelik edinmemiz ise Freudyen analizlere muhtaçtır büyük ihtimalle. Avludaki ağacın dalından koparttığımız iki zerdalinin ruh gurbetinin hangi tarafına denk düştüğünü ise ne orada, ne de burada daha kimselere anlatmadık, anlatamadık zaten.
‘...ateş-i dilden özge’
Ne var ki, asıl şaşkınlığı kent merkezindeki Milli Azerbaycan Edebiyatı Müzesi’ni karşımızda bulunca yaşıyoruz. Hani edebiyat işe yarar, dişe dokunur bir şey olsa, Türkiye’de bilinirdi kıymeti öyle değil mi? Değilmiş, edebiyatın kıymeti, sözü hayatın taşrasına düşürmemiş ülkelerde daha iyi biliniyormuş demek ki. Dışarıdan mimarisi kadar zarafetiyle de dikkat çeken müzenin fıskıyeli parka bakan yüzeyinde, Fuzuli’den Genceli Nizami’ye, Azerbaycan edebiyatının altı seçkin temsilcisinin heykelleri ve çinilerin üzerine kaydedilmiş isimleri yer alıyor. Çuvallardan yapılmış izlenimi veren bir tür galoş giyip müzenin iç mekânına dahil olunca, yabana atılamayacak bir bilinç hemen sezdiriyor kendisini ince bir ezgi halinde.
‘Ne çalar kimse kapım...’
Çünkü, üç katlı, 33 odalı Milli Azerbaycan Edebiyatı Müzesi, biz Türkiye’de ciddiye alınır bir edebiyat tarihi bulunmadığına hayıflanırken, Dede Korkut’tan Fuzuli’ye, Ali Şir Nevai’den Genceli Nizami’ye ortak değerlerimizi omuzlamış götürüyor sanki. Kitaplardan ibaret olan bir edebiyat dünyasının, görsel bir şölene nasıl dönüşebileceğini de yine orada görüyorsunuz. Hayır, sadece yazar çizer takımının şahsi eşyalarının, çalışmalarına ilişkin manuskriptlerin yahut yarısı içilmiş sigaraların sergilenmesinden söz etmiyoruz. Bütün Doğu’nun en kadim ve en içli hikâyelerinden biri olan ve hemen her büyük şair tarafından yeni bir versiyonu üretilen Leylâ ile Mecnûn’dan sahnelerin halıya nakşedilmesinden söz ediyoruz. Düşünün ki, bu ünlü eserdeki muhtelif sahneler, Mecnûn’un çöle düşüşü, vahşi hayvanlarla dost olması, Leylâ’yı tanıyamaması vb. bütün detaylarıyla ipek halılara işlenmiş ve siz bunlara bakarken hikâyenin içine dahil oluyorsunuz zaten.
‘...bâd-ı sabâdan gayrı’
Benzer bir şey Dede Korkut Hikâyeleri için de yapılmış. Bir halının üzerinde Deli Dumrul çıkıyor karşınıza Azrail ile pazarlık halindeyken, diğerinde Tepegöz bütün ürkütücülüğüyle size bakıyor. İlk mutasavvıflar arasında çok önemli bir yere sahip bulunan ve ‘Enel Hak / Ben Hakk’ım’ dediği için devrin ‘Molla Kasım’ları tarafından derisi yüzülerek öldürülen Nesimi’yi resmeyleyen tablolar ise özü itibariyle o günlerden bugünlere pek fazla şeyin değişmediğini seriyor gözler önüne. Bir başka köşede, Fuzuli’nin kendi kaleminden çıkma bir beyit, minyatürlerle bezeli elyazması divanlar dikiliyor karşınıza. Hani Nihat Sami Banarlı’nın ‘Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’ diye bitmemiş bir çalışması vardır ya, Azerbaycan, bunun hakikisini yapıp bir tarih şeridi gibi sergilemiş bile...
Üç katı dolaştıktan sonra çağdaş Azerbaycan edebiyatının zirvelerinden Bahtiyar Vahapzâde, Anar, Samet Vurgun gibi isimlerin neden ihmal edildiğini soruyoruz yanımızdaki görevliye. Cevabı, yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar açık:
“Onlar için özel müzeler var zaten. Bahtiyar Vahapzâde Evi, Samet Vurgun Evi gibi. Biz onların kıymetini gayet iyi biliyoruz.”
Peki ya biz?
Kadın şair bereketi
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o güzelim Huzur romanında, Mümtaz’la Nuran’ın Mihrimah Sultan Camii’nin avlusundan Boğaz’a baktıkları bir sahne hatırdadır herhalde. Orada Mümtaz, Mihrimah Sultan’la Valide Sultan’ı kastederek, ‘Üsküdar’da tam bir kadın saltanatı var’ der ya, kadın şair ve kadın edebiyatçı saltanatı asıl Azerbaycan’da yaşanıyor. Azerbaycan Yazıcılar Birliği’ni dolduran insanların çoğunun, birkaç kitap sahibi kadınlar olmaları neyse de, Müze’de de tam bir kadın saltanatının göze çarpması hakikaten şaşırtıcı. Hele Mehşeti Gencevi’yi diğer kadın şairlerle (şaire!) zevk ü safa âleminde gösteren bir tablo var ki, insan ne diyeceğini bilemiyor. Alexsandr Dumas ile arkadaş olan Hurşidbanu Natavan ise hemen her köşede karşılıyor sizi zaten.