Güncelleme Tarihi:
Güney Afrika, Mozambik, Zimbabwe ve Zambiya’yı görmeyi planladığımız seyahatimizin en etkileyici noktalarından biri Zambiya’daki Victoria Şelaleleri oldu. Johannesburg’dan, Livingstone şehrine uçtuğumuzda, şelalelere yakın olan havaalanına inerken doğanın muazzam eserini önce uçaktan izledik. Dr. Livingstone tarafından dünyaya tanıtılan “Gürleyen Duman” Mosi-oa- Tunya, Zambia’nın en önemli turistik merkezi. Aynı zamanda çevredeki doğal yaşamı da ziyarete açarak turizmi çeşitlendiriyorlar. Zambezi Nehri’nde raftingden, tekne turuna, safariden helikopter gezisine kadar alternatif sunuyor.
ŞEF SEÇİLEN TAŞI YUTUYOR
Havaalanından bizi Livingstone kentindeki otelimize götüren taksiciye, yakın çevre köylerini sorduğumuzda “Mukuni” dedi. Kültür köyü olarak gezilebildiğini zaten okumuştuk. Şelaleyi doyasıya gezdikten sonra ertesi gün bir taksiciyle anlaştık. Köylüler çoğunlukla fotoğrafa sert tepki gösterdiği için makinemizi pek kullanamayacağımız düşüncesiyle yola çıktık. Fakat 700 yıllık köyün meydanına iner inmez turiste en alışık Zambiyalılarla karşılaştık. Leya Kabilesi’nin ilk beyaz ziyaretçileri Dr. Livigstone olmuş, renginden dolayı hasta zannedip, iyi niyetle tedavi bile etmeye kalkmışlar. Meydandaki köy kahvesi gibi kullanılan devasa mango ağacının gölgesinde o da oturmuş.
Köy bir tür krallık sistemiyle yönetiliyor. Şeflik babadan oğla ya da erkek kardeşe geçiyor. Tahtın sembolü ufacık bir taş. Yeni şefe yutturulan taş, ömür boyu midesinde kalıyor, ölümüne yakın da kusturularak çıkartılıyor. Şefin ölümü “taş kırıldı” diye duyuruluyor. Şef Mukuni’nin aktif, yerel gazete haberlerinde sık sık yer alan bir yönetici olduğunu öğreniyoruz.
HAPİSANESİ BOŞ
Leyaların 7 bin nüfuslu en büyük yerleşimi, suya uzak, toprakları verimsiz. Köy, tarımdan ümidini kesince yönünü turizme çevirmiş. Kültür köyü olmuş. Doğal yaşamlarını değiştirmeden, elsanatları satıyor, giriş ücretiyle ziyaretçi kabul ediyorlar.
Mukuni’nin Livingstone’dan uzaklığı 10 kilometre. Sabah toprak yolda ilerlerken şoförümüz restorana uğrayacağını söyleyince anlam veremedik. Derken birkaç kadının tencerelerle açık havada yemek pişirdiği alana geldik. Gölgelere atılmış masalarda kahvaltı yapanlar vardı. Biraz ileride de, dolmuş minibüslere yükleriyle binmeye çalışanlar. Biz etrafı incelerken, şoför hemen bir grubun elleriyle yediği balığın başına oturdu. Bizim işimiz bittiğinde de, o yiyebilsin diye, diğerleri bizi lafa tutmaya çalıştı. Tekrar yola koyulup köye geldiğimizde meydanda bizi Yanina adlı 30’lu yaşlarında modern giyimli güzel bir kadın rehber karşıladı. Yürüyerek geziye başladık. Önce ünlü mango ağacını gösterdi. Meydandaki ufacık 2 gözlü hapishanenin bazen 6-7 kişiyle dolsa da, dünden beri boş olduğunu gülerek anlattı.
Okul ziyaretine sıra geldiğinde, pencerelerden sarkan öğrencilerin tezahüratları eşliğinde sınıfa girdik. Eğitim şartlarının pek iyi olmadığı açıkça görülüyordu. Yine de güleryüzlüydü öğrenciler. Tahtaya “Türkiye, İstanbul” yazdık, fotoğraf çektirdik, “mabuka”nın merhaba demek olduğunu öğrendik. Tam çıktıktan sonra arkamızdan bir öğrenci koşarak geldi. Okul müdürü, öğretmen olduğumu öğrenince tanışmak istemiş. Sohbet sırasında lisede 140 öğrenci, 13 öğretmenlerinin olduğunu öğrendik. Sonraki durağımız ilkokuldu. Yanımızda getirdiğimiz tüm şeker ve çikolataları dağıttık. Yetmeyince çok üzüldük. Çocuklar o kadar sevimli ve sıcakkanlıydı ki, zamanımız olsaydı gün boyu orada kalabilirdik. Öğretmenler de çok yakın ilgi gösterip Türkiye hakkında sorular sordu, arkadaşlarını uğurlar gibi yolcu etti bizi.
YAŞLANMADAN ÖLÜYORLAR
Çok yaygın olan AIDS, sıtma gibi hastalıklara karşı korunma, tedavi amaçlı sağlık merkezleri de hemen dikkatimizi çekti. Yanina, birçok yabancı kuruluşun özellikle öksüz ve yetim çocuklar için özel destekleme programları olduğunu söyledi. Kara kıtadaki birçok köye göre çok şanslı da olsalar, yaşlanabilme şansları pek olmuyormuş. Zaten gördüğümüz yaşlı sayısı da çok az.
Köy pazarına ulaştığımızda, sıcaktan bezmiş kadın satıcılar, gölgede uyuklayan erkekler ve tezgahlardaki az sayıda sebze, meyveyle karşılaştık. Tam fotoğraflıktı. Kadınlar hemen arkalarını dönerek tepki verince, sadece gözlerimizle kaydedebildik.
Meydana döndüğümüzde şoförümüzün de bulunduğu mango altındaki kalabalık aniden hareketlenip, hemen tezgahlarının başına geçti. Çoğunluğu ahşap işlerden oluşan hediyeliklerden güzel bir maskeyi seçip pazarlık yapmamıza rağmen turistik bir rakama alıp köyden ayrıldık.
YUVARLAK ZEMİN YILANDAN KORUYOR
İlk adımda karşılaştığımız çocuk kalabalığı köy turu boyunca hiç eksik olmadı. Toprak kulübelerin yanlarındaki boşluklarda sebze, yer fıstığı ve “millet” dedikleri bir bitki ekilmişti. “Başka ülkelerde çerez olarak tüketiliyor ama biz bira yapıyoruz” diyor rehberimiz Yanina. Kulübelerin yuvarlak olması da, köşeli kuytuları seven yılanların yer bulamadan çıkıp gitmesini sağlıyormuş. Hemen her evin ufak bir avlusu var, kulübe içiyse çarşaf perde ile 2 odaya bölünmüş. Erkekler, evlendiklerinde kendi kulübelerini inşa ediyorlarmış, üstelik yeni eşlerine de en az 3 inek hediye etmeleri gerekiyormuş. 5 kadına kadar hakları var ama, bütçeleri genellikle buna izin vermiyormuş. Yanina, kocasının tek eşi. “İyi ki durumu fazlasına uygun değil, yoksa bana sormasına bile gerek kalmaz” diyor. Güleryüzlü köy sakinlerinin çok azı fotoğrafa olumsuz cevap verirken, bir kısmı da uzaktan seslenerek bize selam veriyor.