Güncelleme Tarihi:
Gerçeklik/Reality
İtalyan yönetmen Matteo Garrone’nin filmi, Cannes Film Festivali’nde ikincilik ödülü olan ‘Grand Prix du Jury’yi kazandı. Napoli’de balıkçılık yapan Luciano (Aniello Arena) ufak tefek dolandırıcılıklarla süslediği hayatını ailesi ve dostlarıyla sürdürüyor. Bir gün çocuklarının isteği üzerine İtalya’nın ‘Biri Bizi Gözetliyor’ programının elemelerine katılan Luciano bir anda hırsının kurbanı oluyor ve yarışma programına katılabilme hırsıyla hayatını altüst ediyor. Karizmatik oyuncu Aniello Arena’ya gelince... 1991’de Napoli’de iki rakip Mafya ailesi karşı karşıya geliyor ve olay üç kişinin ölümüyle sonuçlanıyor. Volterra hapishanesindeki bir programda oyunculuk kabiliyetini keşfeden ve cezasının sonuçlanmasını bekleyen mahkûmun adı Aniello Arena...
Laurence Anyways
1990’ların başındayız. Bu kez mekân Kanada’nın Montreal şehri. Xavier Dolan’ın son filminde üniversitede edebiyat öğretmeni olan roman yazarı Laurence adlı genç adam bir gün Fred(erique) adındaki kızıl saçlı bir genç kadına aşık oluyor. Yaşanan büyük aşkın tek engeli Laurence’ın vücudunun kendisine ait olmadığını düşünüp vücudundan tiksinmesi... Laurence sadece kadınları ve özellikle Fred’i sevse de kadın olma kararından vazgeçmiyor. Xavier Dolan’ın aşkı bütün renkleriyle anlattığı melodramatik filmi 2012’nin iz bırakan filmlerinin başında geliyor. En iyi yabancı film dalında Fransa’nın Oscarları olarak tanımlayabileceğimiz Cesar ödülüne aday olan filmde verdikleri performanslarla Cesar ödülünü rahatlıkla hak eden Melvil Poupaud, Suzanne Clement ve Nathalie Baye’ın ödüle aday gösterilmedikleri için haklarının yenildiğini söylemekse abartı olmaz.
Kutsal Motorlar/ Holy Motors
‘Holy Motors’ filmindeki rolleriyle Denis Lavant bu yıl en iyi erkek oyuncu dalında Cesar ödülüne aday. Şoför rolündeki Edith Scob’un da Cesar ödülüne aday olduğu ‘Holy Motors’ yönetmen Leos Carax’ın bugüne kadar yaptığı en yenilikçi, en yaratıcı, en farklı film. Yenilgi, kaybolmalar ve sona eren hayatlara rağmen yeniden doğmanın mümkün olduğu mesajını veren ve dokuz Cesar ödülüne aday olan ‘Holy Motors’ komedi, bilimkurgu, macera, aşk, müzikal ve melodramayı tek bir filmde buluşturuyor. Filmi baştan sona anlamak zorunda değilsiniz, keyfini çıkarın yeter...
Pas ve Kemik/De Rouille et d’Os
Eğitimleri, kültürleri, hatta kullandıkları kelimeler bile farklı olan iki ayrı dünyanın insanı Fransa’nın güneyinde, Cote d’Azur’ün Antibes kasabasında aşık oluyorlar. Güvenlik görevlisi olarak çalışan ve hayatını dövüşerek kazanan Ali’yle (Matthias Schoenaerts) katil balina eğitimcisi Stephanie (Marion Cotillard) farkında olmayarak, yavaş yavaş birbirlerinin çekim alanına giriyorlar. Stephanie’nin geçirdiği kazadan ikilinin denize girmesine, 500 Euro uğruna verilen yaşam savaşından filmin finaline kadar nefes kesen sahneleri, kusursuz yönetimi ve bu filmdeki rolleriyle Cesar’a aday olan Cotillard ve Schoenaerts’ın muhteşem oyunculuklarıyla taçlanan ‘De Rouille et d’Os’ 9 dalda Cesar ödülüne aday. Melodrama türündeki ‘Pas ve Kemik’ 2012’nin unutulmayan filmlerinden biri. Jacques Audiard’ın filmini büyük ekranda izleme şansını kaçırmayın.
Aşk Seansları/The Sessions
Altı yaşında çocuk felci geçirdikten sonra solunum cihazına bağlı olarak yaşamaya başlayan Mark O’Brien hayattan vazgeçmemiş. Berkeley’deki California Üniversitesi’nden mezun olan O’Brien, dişlerinin arasına sıkıştırdığı kalemiyle deneme ve şiir yazıyor. Hayatı boyunca bir kadının sıcaklığını duymadan yaşayan 38 yaşındaki Mark sonunda açık görüşlü rahibinin (William H. Macy) yardımıyla profesyonel bir seks vekili olan Cheryl’la tanışıyor. Ben Lewin’in gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkarak yazıp yönettiği ‘The Sessions’ adlı filmde, herşeye rağmen hayata inatla tutunan bir adamın duygusal ve fiziksel sevgiye yolculuğunu izliyoruz. 49 yaşındaki Helen Hunt’ın Hollywood ölçülerine göre oldukça cesur rolüyle Oscar’a aday olduğu filmde ‘Winter’s Bone’ ve ‘Martha Marcy May Marlene’ filmlerinden tanıdığımız başarılı oyuncu John Hawkes, yazar Mark O’Brien rolünde duygu sömürüsüne ihtiyaç duymadan çizdiği portrede mimiklerinden ses tonuna kadar herşeyiyle dokunaklı, komik ve her şeyden önenmlisi inandırıcı.
Versay Kraliçesi/The Queen of Versailles
Bir adam eşiyle Paris’e seyahate gidiyor. Versailles Sarayı’nı ziyaret eden Amerikalı çift hayallerindeki evin bu ev olduğuna daha ilk andan karar veriyorlar. Ne yapıp etmeli Florida’ya döndüklerinde Versailles Sarayı’nın aynısını inşa etmeli! Haksız sayılmazlar... Bugünkü evlerinin sadece 17 banyosu var, yeni evde ise 30 banyo olacak. Hem bugünkü evde ne bowling salonu, ne buz pisti, ne baseball sahası, ne de Grand Slam turnuvalarının yapıldığı ölçütlerde bir tenis sahası var. Yeni evde 2 tenis sahası olacak! Evin içinde parti verildiği zaman orkestranın yerleşebileceği bir alan bile olacak. Amaç Amerika’daki en büyük eve sahip olmak.
David Siegel Amerikalı bir devremülk milyarderi. Eşi Jackie ise önce mühendis olup IBM şirketi için çalışmaya başlamış, daha sonra modellik yapıp Mrs. Florida yarışmasına katılmış. Kendisinden yaşça büyük David Siegel’la evlenen Jackie alışveriş yapmayı çok seven, güleryüzlü, pozitif bir Amerikalı. Siegel’ların problemleri ise Amerikan kapitalizminden ve aşırılıklarla dolu hayatlarından kaynaklanıyor. George W. Bush’un kendisi sayesinde seçildiğini söyleyen ama 2000 başkanlık seçiminde Bush’a sağladığı desteği yasal olmadığı için açıklayamayan David Siegel 2008 yılının Eylül ayında Amerikan ekonomisinin bozulmasıyla herşeyini kaybetmeye başlıyor... Lauren Greenfield’in Amerikan rüyası üzerine yaptığı belgesel filmi ‘The Queen of Versailles’ zaman zaman düşündürücü, zaman zaman dokunaklı, ama sürekli eğlendirici bir film.
Her gün/ Everyday
İngiliz televizyonu Channel dört yönetmen Michael Winterbottom’dan bir hapishane filmi yapmasını istiyor. Winterbottom filmi için gerçek hapishaneleri, gerçek gardiyanları, gerçek mahkûmları kullanmaya karar veriyor belki, ama yönetmeni asıl ilgilendiren dışarıda kalan bir ailenin hikayesi. Film için iki başarılı profesyonel oyuncu seçiliyor. Anne rolünde Shirley Henderson, 10 yıllık cezasının yarısını çekmekte olan baba rolünde ise John Simm var. Ailenin yaşadığı zorlukları daha iyi anlatabilmek isteyen yönetmen ‘Everyday’de oynayan çocukları profesyonel oyuncular arasından seçmiyor. Gerçek hayatta da kardeş olan iki kız, iki erkek çocuk -Shaun, Robert, Katrina ve Stephanie Kirk’ün yaşları, film çekilmeye başladığı zaman iki ile 10 arasında değişiyormuş. Winterbottom filmini rekor sayılacak bir zaman diliminde, yani beş yıl içinde çekiyor ve bizler çocukların büyümelerine şahit oluyoruz. Yıllar sonra babanın büyümüş çocuklarına masal kitabı okuması filmin dokunaklı anlarından biri. ‘Everyday’de müzik Michael Nyman’a ait. Baba hapiste yatağına uzandığı zaman Norfolk’un büyük gökyüzünü, muazzam tabiatını ve özgürlüğü düşlüyor. Çocukların kahvaltı edişlerinin bile seyircinin dikkatini çektiği ‘Everyday’de Michael Winterbottom kaybolan yıllar ve her günün o ağır yüküyle ezilmemek için çaba gösteren bir ailenin hayatını anlatıyor...
Tabu
Yılın keşfi Portekiz’den geliyor. Henüz 12 yaşındayken Portekiz televizyonunda F.W. Murnau’nun bütün filmlerini izleyen genç adam yıllar sonra Murnau’nun 1931 yılı başyapıtı ‘Tabu’ya bir saygı duruşu niteliğinde bir film yapıp adını ‘Tabu’ koyuyor.
Miguel Gomes’in ‘Tabu’sunun ilk sahnesinde Afrika’da büyük aşkını kaybetmiş olan bir adam, sevdiği olmadan yaşamaya dayanamayacağı için günlerini sonlandırmaya karar veriyor. Filmin ‘Kayıp Cennet’ adlı ilk bölümünde günümüzün Lizbon’undayız. Kasvetli, melankolik bir kış günü tanıştığımız Pilar, yabancılara yardım etmek isteyen ama yılbaşını evinde tek başına geçirmek zorunda kalan bir kadın. Komşusu Aurora ise artık aklı tam olarak yerinde olmayan, bütün parasını kumarda kaybeden ve Cape Verde’den gelen yardımcısını sebepsiz suçlayan yaşlı bir kadın.
Aurora’nın hikâyesini ve hayatının aşkını filmin ‘Cennet’ adlı ikinci bölümünde, Aurora’yı çok sevmiş olan Gian Luca Ventura’dan, Afrika yazının tam ortasında dinliyoruz. Zaman zaman 60lı yılların pop şarkılarını çalan ve havuz başlarında güzel günler geçiren Avrupa gençliği, etrafında yaşanan olayların da, Portekiz’in kolonici anlayışının da, halkın özgürlük peşinden gitmesinin de farkına varmıyor...
Bu arada sevdiği adamla birlikte olmak isteyen, fakat kocasından hamile olan Aurora da, Gian Luca da, yaşadıkları aşk konusunda ne yapmaları gerektiğini en son an’a kadar bilmiyorlar.
Yönetmen Miguel Gomes kaybolan cenneti Afrika da değil, kaybolan gençlikte arıyor. Filmde izlediğimiz yaşlı kadınlar da, Afrika’da yaşayan Avrupalı gençler de gençliklerini kaybetmişler. Artık kaybolan geçmiş yeniden canlandırılamayacağına göre kaybedilenle bir diyalog başlatılıyor...
Kaybolan gençliğe ve kaybedilen geçmişe duyulan melankoli ise Türk insanının yabancısı olduğu bir duygu değil. Miguel Gomes’in siyah beyaz filmi ‘Tabu’nun yıllar sonra 2012’nin en gözüpek, modern, klasik ve dokunaklı filmlerinden biri olarak hatırlanmasına ise pek şaşırmamak lazım...