Bugüne dek konuştuğum klasikçilerin çoğu cazcıların emprovizasyon yeteneğini takdir etti, kimileri özgürlüklerine imrendiğini söyledi. Caz dünyasındaki tahtınızı bırakıp, aslanlarla dolu bir kafese neden girdiniz?
- Caz dünyası da aslanlarla dolu! Klasiği denememin birçok nedeni vardı. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Günümüz cazında emprovizasyon tamamen şehir efsanesi oldu... Modern caz sololarının büyük bölümü önceden hazırlanıyor. Hatta kimi zaman solonun başında sonunu tahmin edebilirsiniz. Yani artık caz sürprize açık bir müzik olmaktan çıktı. Bunun nedenlerinden biri müzikçilerin tekniklerini geliştirirken müzikal temaları, gamları ezberlemesi. Bu benim kaçındığım bir durum. Klasik müziğe yöneldiğimde, bir saksofoncu olarak bu alanda çalışmanın beni cazda tema ve gamlar üzerine çalışmaktan çok daha fazla geliştireceğini fark ettim. Çünkü cazdaki temalar lineer, bunları çalışırken bile gelişimi tahmin etmek mümkün. Her şey dört, sekiz ölçülük yapılar içinde. Nefeslilerde yükseliyor ya da alçalıyor. Klasik müzikte ise çok daha zor pasajlar var. Nasıl ele alacağını bilmen gerekiyor. Neredeyse koreografi gibi. Sorunlara farklı yöntemlerle çözüm bulmak gerekiyor. Bu da bana gerçekten kendimi zorlama, meydan okuma şansı veriyor. Bu sürecin beni daha iyi bir müzikçi yapacağını biliyorum. İşte tüm bu nedenlerden dolayı, denemeye değerdi...
Gereken özgüveni kazanmanız ne kadar zamanınızı aldı?
- Yaklaşık sekiz yılımı aldı... İnanılmaz ama gerçek... Günümüzde cazda çok sayıda dahi müzikçi var. Tuhaf bir mükemmeliyet takıntısı içindeler. Müzikte mükemmeliyet değil takıntıları, teknik kusursuzluk... Ben hiçbir zaman mükemmeliyet kavramına inanmadım. Dolayısıyla böyle bir derdim olmadı. Fakat orkestranın önüne çıkıp, hiç olmayacak hatalar yapmak farklı bir durum. Çünkü beyin çılgınlaşıyor... Klasik solistlerin çoğu orkestra önünde konser vermeye alışık. 9-10 yaşında çıkıyorlar o sahneye. Ama ben 40 yaşında bu işe başladım... Biraz geç oldu ama iyiye gidiyor... (Gülüyor)
Zamanınızın ne kadarını klasik müzik konserlerine ayırıyorsunuz?
- Genellikle yılda 100 civarında konser veriyorum. Bunlardan 10’u klasik müzik konserleri. Bu sezonda zamanımın önemli bölümünü klasik konserler alıyor. Örneğin 12-13 Şubat’ta Frankfurt’taki Müzik Müzesi’nde Peter Aderhold’un tenor ve soprano saksofon için konçertosunun prömiyerini yapacağım. Ayrıca Debussy çalacağım. Uzun zamandır Aberhold’un eseri üzerine çalışıyorum. İstanbul’da ise alto saksofonla seslendireceğim eserler var. Tüm bunlar bir araya gelince epeyce zamanımı alıyor. Piyanolu ikili ve beşlimle de konserleri sürdürüyorum.
ARTIK TİZLERDE ÇOK DAHA RAHATIM
Peki, 10 yıllık bu zorlu süreç bir cazcı olarak size ne kazandırdı?
- Geçmişte hiç ulaşmadığım teknik düzeye ulaştım. Saksofonu tüm boyutlarıyla kullanabiliyorum. Günümüzde birçok caz saksofoncusu yıldırım hızıyla çalıyor ve çoğunlukla çalgının tiz seslerini pek kullanmıyor. Bu sesleri iyi kullananın sayısı az. Sürat gösterisi bu eksikliği örtüyor. Artık saksofonun tizlerini de rahatlıkla kullanabiliyorum. Artissimo (saksofonun kabul edilebilir tiz sesler yelpazesinin daha üstünde olanlar) notaları yeterli ses gücüyle ifade edebiliyorum. Birçok cazcı bu notaları yutup, vınlama benzeri bir sesle geçiştiriyor.
Orkestradaki enstrüman renkleri sizi etkiledi mi, farkı bir çalgı öğrenmek için sizi kışkırttı mı?
- Caz grubumun tüm üyeleri, uzun yıllardır klasik müzik dinler. Orkestra ve enstrümanların farklı ses renklerinden çok etkilendiğimizi söyleyebilirim. Bu da caz grubumuzu diğerlerinden farklı yapan özelliklerden biri.
Umarım meşhur mizah yeteneğiniz klasik müziğin dünyasında körelmemiştir... Cazcılar belirli enstrümanları çalanlarla ilgili pek çok fıkra anlatır, klasik dünyasında durum nasıl?
- Her iki türde de konserlerimi izleyenler, caz çalarken çok daha neşeli olduğumu söylüyor. Bence bu doğru değil. Her müzik türü farklı bir yaklaşım gerektiriyor. Caz grubumla John Coltrane’in ‘Love and Suprime’ini çalarken tamamen esere odaklanıyoruz. Bu türde bir eser değilse espri ya da karizma gösterileri yapıyoruz. Klasikte çok zor bir eseri seslendirirken tüm dikkatinizi bu işe yoğunlaştırıyorsunuz. Tıpkı gole giden futbolcunun ciddiyeti gibi. Gol atınca sevinç geliyor. Orkestralarda en popüler fıkra kahramanları obua ve viyolacılar. Gülmek istiyorsanız, bana bir viyolacı fıkrası anlatın, demeniz yeterli. Yüzlerce fıkra var. Hepsi çok komik... Bu arada klasikçilerin caz fıkralarını klasiğe uyarladıklarına da tanık oldum... (Gülüyor)
KLARNETİ SADECE EVDE ÇALARIM
Klasik müzik çalarken soprano saksofonu kimi zaman klarnet gibi kullandığınızı söylüyorsunuz. Bunun yerine ilk göz ağrınız klarneti tekrar dolaptan çıkarmayı düşünüyor musunuz?
- Evet, müziğe klarnetle başlamıştım. 18 yaşında soprano saksofon aldığımda, klarnet egzersizlerini çalarak bu enstrümanı öğrendim. Bu sırada sopranonun klarnet gibi tınlaması için çaba gösterirdim. Şimdi de aynı tekniği deniyorum. Tenor ve soprano saksofonu her zaman iyi çalabilmek için bile çok çalışmak gerekiyor. Bu nedenle klarnete dönmeyi düşünmüyorum. Çok zor bir çalgı. 10 yıl önce tekrar çalmayı denemiştim. Gerçekten çok çalışmak gerekiyor. Artık yaşlandım. Çocuklarım var. Onlara zaman ayırmayı tercih ediyorum. Klarneti de zaman zaman evde eğlenmek için çalıyorum.
Bir cazcı olarak klasik müzik dünyasında, konser atmosferinde, çalışma koşullarında imrendiğiniz herhangi bir şey var mı?
- Klasikçileri takdir ediyorum. İmrendiğim herhangi bir şey yok...
Cazcılar genellikle dinleyiciyle iletişim kurar, bu iletişimden beslenir. Klasik konser dinleyicileriyle aranız nasıl?
- Çoğu klasik müzik dinleyicisi saksofonu orkestrada görmemiş, hele solist olarak hiç rastlamamış. Orkestra çalgısı olarak da iyi tınlayabileceğini görmek onları şaşırtıyor. Ben caz çalarken de izleyiciler yerine grup elemanlarıyla iletişim kurarım. Birbirimizle işaretleşir, konuşur, tebessüm ederiz. Bu yolla gruba enerji veririm. Sahnede izleyiciyle pek konuşmam. Çünkü ABD dışında dil engeli ciddi bir sorun. Türkiye’ye geldiğimde Türkçe “Merhaba” derim sadece. Caz grubumdakine benzer bir iletişimi bazen senfoni orkestrası üyeleriyle de kurabiliyorum. Bazen de konservatuvar mezunu olmakla övünen, benim diplomasız bir cazcı olarak orkestrayla konsere çıkmama tepki duyanlarla karşılaşıyorum. Hatta bu rahatsızlıkları müziğe de yansıyor. Çoğunlukla harika müzikçilerle karşılaşıyorum. Bana enerjilerini aktarıyorlar. Sahnede bu enerjiyi de kullanıyorum.
Wayne Shorter, Sonny Rollins gibi klasik orkestra için müzik yazmayı düşünüyor musunuz?
- Klasik müzik bestelemek için bu konudaki birikimimin çok daha iyi olması gerekiyor. Sahnede caz çalmayı bıraktığımda, emekli olduğumda kompozisyon dersleri alıp, cazdaki yaklaşımımla klasik beste yapmak istiyorum.
Repertuvarınızda kaç klasik beste var?
- 10-12 civarında eser var.
SİPARİŞ VERECEK KADAR PARAM YOK
Yeni eserlerin bestelenme sürecinde bestecilerle ortak çalışma yapıyor musunuz, size ithaf edilmiş, henüz seslendirmediğiniz beste var mı elinizde?
- Bugüne kadar klasik bestecilerle ortak çalışma yapma fırsatım olmadı. Üzerine çalıştığım son eser Peter Aderhold’un saksofon konçertosu...
Beste siparişi verdiniz mi?
- Sipariş vermek için para sahibi olmak lazım, ne yazık ki o kadar param yok. Kimi zaman vakıfların sipariş verdiği eserleri seslendiriyorum. Örneğin Aderhold’un eseri Frankfurt Müzik Müzesi Vakfı’nın siparişi üzerine yazıldı.
İstanbul’da seslendireceğiniz eserlerler ne kadar zamandır repertuvarınızda?
- Schulhoff’un “Hot Sonate”ı iki yıla yakındır repertuvarımda. Bugüne kadar dört farklı orkestrayla seslendirdim. Sally Beamish’in ‘Under the Wing of Rock’ eserini ilk kez iki yıl önce seslendirmiştim, bu ikinci yorumum olacak. John Williams’ın ‘Escapedes’ini de iki yıl önce ilk kez seslendirmiştim, daha sonra ağustos ayında bir konserde yorumladım.
Bu eserler size yeni tanışıklıklar getirdi mi, önünüzde yeni ufuklar açtı mı?
- Sally Beamish en sevdiğim çağdaş bestecilerden biri. Müziğinin hem karmaşık bir yapısı var hem de çok melodik. Böylesine grift bir müzik yazarken bu kadar güzel temalar bulabilmesini takdir ediyorum. John Williams, eğer isteseydi günümüzün en önemli çağdaş bestecilerinden biri olabilirdi. Hollywood’a gidip, tüm sanatını, zamanını
film müziğine adamasaydı müthiş eserler yazabilirdi. Çok ünlü ve yoksul bir besteci olurdu! Seçimini anlayışla karşılıyorum. Erwin Schulhoff, 48 yaşında Nazi kamplarında tüberkülozdan ölen çok yetenekli, espri duygusuna sahip bir besteci. Hot Sonata ustalık işi bir beste. Bunun gibi, 1920’lerin Dada, Bauhaus akımlarından etkilenerek yazdığı birçok ilginç eser var. Yaşasaydı kimbilir neler yazabilirdi. Eserin Bennet uyarlaması da ilgi çekici. Bana sorarsanız nefesli topluluğuyla çok daha iyi tınlıyor...
Geçen yıl düzenlediğiniz 50’nci yaşgünü konserinizin haberleri Türkiye’ye kadar ulaşmıştı. 50’nci yaş sanatınıza, dünyaya bakışınızı nasıl etkiledi?
- Bugünkü durumumu hayal bile edemezdim: 51 yaşındayım ve 6 yaşında ikiz çocuklarım var. Yaşıtlarım üniversiteye giden çocuklarının geleceğini düşünüyor... Ben hâlâ kendi geleceğimi düşünüyorum. Çocuklarımınkini düşünmeye başlamam için biraz daha süre geçmesi gerek. Herhalde en az 12 yıl daha... Ancak o zaman klasik babalar gibi hissetmeye başlayacağım. Anlayacağınız zor bir durum. Gençlik günleriyle karşılaştırırsanız, hayatı daha fazla ciddiye almaya başladım. Ben bu ciddiyet içindeyken çocuklar “Haydi baba yerlerde yuvarlanalım” deyince, durup düşünüyorum. 20 yıl önce olsaydı, hiç düşünmeden kendimi yere atardım. Kendimi zorlayıp onlarla her gece video oyunları oynuyorum, çocuk programları seyrediyorum. Oğlum 26 yaşına geldiğinde hangimiz daha büyük çocuk olacağız çok merak ediyorum... Evet gelecekle ilgili planlarım var. Fakat kısa erimli planlar. Mesela önümüzdeki altı gün boyunca yeni konçertoya çalışacağım. Tabii ki evde mümkün değil. Ders verdiğim üniversitede çalışacağım...
İSTANBUL’UN EZANINI VE KİRAZINI UNUTMUYORUM
İstanbul müthiş bir kent. Gelenekselle moderni birleştiriyor. Yıllar önce Art Blakey’le İstanbul’a geldiğimde, konserden sonra bir gece kulübüne gitmiştik. Uçakta uyumaya karar verip, sabaha kadar eğlendik, dans ettik. Saat beş civarında otele döndüm. Hemen toplanıp çıkmamız gerekiyordu. Çok güzel bir bahar günüydü, odamın camını açtım, bir yandan bavulumu toplarken, doğan günü seyrediyordum. Sonra birden çok etkileyici bir ses yükseldi uzaklardan. Bavulu bıraktım, cama gidip daha önce hiç duymadığım sese kulak verdim. Ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Ezan kavramını biliyordum, fakat daha önce duymamıştım. Karşılaştığım tablo gerçekten ilginçti: Bir yandan dünün dünyasından bugüne gelen ezanın sesi, diğer yanda caddelerden akmaya başlayan modern yaşam, otomobiller... Bir yanda benim gibi sabahlayanlar, diğer yanda telaşla işine koşturanlar... Tüm bunlar müthiş bir bütünlük oluşturuyordu. Ne yazık ki Türk cazcılarla tanışma, birlikte çalma fırsatım olmadı... İstanbul’un en sevdiğim özelliklerinden biri de yazın geldiğimde yediğim kirazlardı. Bu kez bu fırsatım olmayacak ne yazık ki...
STING’LE ÇALMAK İÇİN DERS ALMAM GEREKMEMİŞTİ
Aslında klasikle ilk ilişkim 1986’da başlamıştı. Romances for Saxophone albümünde çoğunluğu Faure, Debussy, Ravel’in uyarlamalarından oluşan 13 eser çalmıştım. Fakat buna klasik müzik albümü denemez. O dönemde Wynton bazı klasik albümler yapıyordu. Prodüktörü bana da teklif etti, önce reddettim. Sonra fikrimi değiştirdim. Ama o yarım notalar, çeyrek notaların da bulunduğu güzel müziklerdense neden olmasın, dedim. Bir ay içinde repertuvar hazırlandı. Biz Paris’te Sting’in konser filmi Bring on the Night’ı çekiyorduk. Sabahın 7’sinden akşamın 9’una kadar sette çalışıp, sonra Harvey’le gecenin 1’ine kadar klasik eserlerin provasını yapıyorduk. Dört hafta sonra Londra’da kaydettik. Ardından üç gün yataktan çıkmadan uyudum. Fakat konser farklı bir durum. İlk konserimi Orpheus Oda Orkestrası’yla vermiştim. Yaşadığım tam anlamıyla bir dehşetti! Öncesinde yeterince hazırlanmamıştım. Şef yoktu. Bir ara geride kaldığımı fark ettim. Aman, çeyrek ölçü geride kaldım, dedim. Öyle bir güldüler ki, mahcup oldum. Sanki, şuna bak hatasını yeni fark etti, diyorlardı... Öte yandan bu duygu hoşuma gitti. Ne caz ne de diğer türleri çalarken bu kadar heyecanlanıyordum. Bu kadar hata yapmıyorum... Çünkü klasikte iyi icra gerçekten büyük yetenek, iletişim kurma becerisi istiyor. Cazda sorunlarla nasıl başa çıkacağımı iyi biliyorum, sorun yaşamıyorum. Fakat klasikte... Bir esere altı ay çalışıp ardından sahneye çıkıp her şeyi birbirine karıştırabiliyorsunuz. (Gülüyor) İnanılmaz ama gerçek... Diğer türlerde müzik yaparken altı dakika çalışmak yetiyor, sahneye çıkıp gayet güzel çalıyorum... Sting’le, Grateful Dead’le çalmak için ders almam gerekmedi. Korkutucu olmakla birlikte çok güzel bir şey klasik müzik çalmak. Bunun için klasik saksofoncu Harvey Pittel’dan (Austin’deki Teksas Üniversitesi’nde öğretim üyesi) ders aldım. Güzel ses elde etmek epeyce zamanımı aldı. Hâlâ çok çalışıyorum. Sonuçta çok daha iyi bir saksofoncu oldum. Çok daha etkili...