OluÅŸturulma Tarihi: AÄŸustos 21, 2000 00:00
eleştiri ve elmalı pasta eleştiri, bir söylemi, söylem biçimini, söylemin içeriğini, öznel olmayan, geçerliliği evrensel ve estetik değerlerle belirlenen bir yöntemle yargılar. barthes, eleştiriyi tanımlarken; "dünya vardır ve yazar konuşur. eleştirinin konusu çok farklıdır; 'dünya' değil, bir söylemdir, bir başkasının söylemidir; bir birincil dil (ya da nesne-dil) üzerinde gerçekleştirilen bir ikinci dil, ya da (mantıkçıların deyimiyle) bir üst-dil' dir" diyor. aynı dili, ama özel bir tanımlar ve terimler dizgesi oluşturularak kullanılan üst-dil, elbette o dilin kullanım karakteristiklerinden daha farklı, daha özgün bir adlandırma içermelidir. buradan, eleştirinin bir yetkinlik, bir bilgilendirme çabası olduğu gerçeğine de gidebiliriz kolaylıkla. bilgisizlik, tatminsizlik ve farklı düşünce öbeklerine katlanamamak, otorite olma isteğinin altındaki ezilmelerle birleşince, gerçek eleştiriden uzaklaşarak, farklı bir söylem biçimine yönlendirebiliyor eleştirmenlerimizi. eleştirmenimiz ne yazık ki düzeyi kendi bilgisizliği nedeniyle düşürerek, arkasına aldığı belli bir kitlenin sesiyle konuşarak, onları motive etmek amaçlı bir eleştiri sistemine saparak, gerçek amacından oldukça uzaklaşıyor. türkiye' deki sanat edebiyat ortamında, herkesin kendi doğrusunu, üstelik değişken periyotlarla yeniden oluşturması, herkesin söyleyecek bir sözü olması ve kendi dinamiklerini bu sözlerin en doğru olduğuna inandırmaları, eleştirmen enflasyonuna pek çok yeni eleştirmen kazandırabiliyor. eleştiri işinin apayrı bir uzmanlık alanı olduğu unutularak, eline her kağıt kalem alan ve bir şeyler yazan herkes eleştiri işine soyunuveriyor. bence buradaki asıl amaç, bir yandan yazınsal metinler üretirken, bir yandan da başka metinleri eleştirerek, kendi yazdıklarını onatma çabası. şimdi bir an için usta bir
sinema oyuncusunun, usta bir yorumcunun, sırf bu özelliklerinden güç alarak, sinemayı, deÄŸiÅŸik senaryo ve oyuncuları, hatta kimi teknik konuları eleÅŸtirdiÄŸini, kendinde böyle ir yetkiyi bulabildiÄŸini düşünün. bunun karşıtı olarak da, eleÅŸtirilenin kendi özgeçmiÅŸini(!) ortaya koyarak karşı saldırıya-eleÅŸtiriye geçtiÄŸini görür gibi olursunuz. sonuçta, ortada ne bilimsel bir yöntem, ne de bir eleÅŸtiri tekniÄŸi vardır. yine kafalar karışmaya, sanat ve edebiyatın kendi eleÅŸtirmenlerini çıkaramaması ve böyle bir ortamın da olmaması sonucu da belirsizlik hüküm sürmeye devam edecektir. sanatçının ürettiÄŸi metinden kuÅŸkulanan bir yapısı olmak zorundadır. hiçbir sanat ve edebiyat eseri kolay deÄŸildir. seri üretimle açıklayamazsınız bu ürünleri. sanatçı sorumluluÄŸunu, 'ben böyle yazdım, oldu' ya kadar indirgerseniz, sonuçta okura her istediÄŸini sunabileceÄŸini düşünen sözde sanatçılar yüzünden akÅŸam oturup sabaha yetiÅŸtirilen nice sanat eserleri (!) ile karşılaÅŸabilirsiniz. bir sanatçının yıllar süren birikimi, onun yeni eseri için bir referans olamaz. ne yazık ki düşülen en büyük yanılgı da bu. ortalıkta gerçek anlamda eleÅŸtirmenler olmadığı için, sözünü ettiÄŸim böyle bir sanatçının ürettiÄŸi ve estetik öğeler taşımayan bir yapıtıyla, aslında o güne kadar yaptıklarını hiçe saydığını kanıtlamanız da imkansızlaşıyor. sanatçının / edebiyatçının, okurlarını ve kendini izleyenleri hayal kırıklığına uÄŸratırken, bir yandan da bir 'acaba' yı beyinlerinde taşıtmaya hakkı olmasa gerek. bütün bunları bir öğreten adam edasıyla niye yazıyorum peki? kendi gözlemlerime dayanarak sanat ve edebiyat ortamının giderek bir paslaÅŸma ve 'bana dokunmayan yılan bin yaÅŸasın' mantığına yaklaÅŸtığını görüyorum da ondan. pazarda herkesin payı olsun yeter; yeter ki kimse kimseye engel olmaya kalkmasın. nasılsa eleÅŸtirilenin de artık bir savunma mekanizması, eleÅŸtiri hakkı var; maalesef bu böyle kabul edildi çünkü. eleÅŸtirmenlerin aÄŸzını bıçak açmıyor, açsa da kimse dinlemiyor zaten. cumhurbaÅŸkanı' nın bir kitapçıdan tamamen rastlantı sonucu aldığı iki kitap, konunun ve kitap adlarının basına ve medyaya yansıması sonucu bugünlerde yok satıyormuÅŸ, okuyoruz bunları. size de komik gelmiyor mu? ne yazık ki artık sanat ve edebiyat ortamında kolektif bir kimlikten söz etmek mümkün. sanatın bireyleÅŸmeye olan yakınlığı, siz ve ötekiler, biz, onlar gibi terimlerle yadsınıyor. sanatın önünü açmak ortalığı bu denli dağınık bırakmayı mı gerektiriyor? herkes falanca ÅŸairi, filanca müzisyeni sevdiÄŸini söyleyebiliyor ama bunun nedenlerini ne kendine sormaya, ne de baÅŸkalarına açıklamaya cesareti var. çünkü herkes kendini merkezde, en merkezde görüyor; kendinden çıkıyor yola. denilebilir ki, eleÅŸtirmenlerimiz gerçekten ne derece yetkin bu konuda, bu da tartışılabilir. eleÅŸtiri yapmayı, hatta yapıcı eleÅŸtiriler yapmayı ne denli baÅŸarabiliyorlar. bugüne kadar gerçek sanatçılardan pek çoÄŸu eleÅŸtirmenlerin bir çırpıda okuyup ve hemen çöpe atılan eserlerin sahipleri deÄŸil miydi? elbette bunlarda da doÄŸruluk payı vardır. ama tartışılması gereken de budur zaten. ortalığın dağınık bırakılması ve eleÅŸtirmenin görevlerini o sanat eserini üretenlerin üstlenmesinde yapılıyor asıl yanlış. bu da biraz önce sözünü ettiÄŸim kolektif bir kimliÄŸe bürünmüş, yapıtı birey olabilme özelliklerinden çok uzakta duran, çoÄŸunluÄŸun oyu için yazılmış / yapılmış ürünleri çıkarıyor ortaya. sanat eserine duygu ile yaklaÅŸamazsınız. sanat eserinde duygu yoktur demiyorum ama böyle bir yaklaşımın yanlışlığını dile getiriyorum yalnızca. çünkü duygu bizi yanıltır, gelip geçicidir duygu. gerçek bir sanat eserinin ömrü içinse herhangi bir zaman vermek söz konusu bile olamaz. sanatçıya, ürettiÄŸi metin üzerinden okurla girdiÄŸi iliÅŸkide, kendine, okura ve ürettiÄŸi metne saygısını ölçme zorunluluÄŸu dayatılmalıdır. sanat ürününe deÄŸer biçme iÅŸini sanatsal ve estetik kriterlerin uzağında aradığımız sürece, yakındır; kolektif kimlik üyelerinden birinin, sırf iyi elmalı pasta yapıyor diye, diÄŸerleri tarafından sanatçı kabul edilmeleri...Ali Hikmet EREN - 21 AÄŸustos 2000, Pazartesi Â
button