Güncelleme Tarihi:
Belli ki rüzgârın yönü değişmiş, şehrin sesi farklı geldi kulağıma. Dikkatle dinledim: uzaktan gelen arabaların sesi mi, yoksa yastıktan yeni kaldırdığım kulağımın uğultusu mu, bilemedim.
Mutfaktaki büyük saat 2.23 diyor… demek ki duyduğum şehrin ‘sesi’ olmalı, hava lodosa çevirdi mi, bizim oraya bir farklı gelir. Öyle nefes alır verir gibi değil, toprağın derinliklerden - bazı hareketli geceler cehennemden - gelen bir uğultu sanki. Bu gece o kadar değil. Hafta içi, bayram günü, millet daha yılbaşı yorgunu yahut tatilden dönmemiş…
Pencereden sokağa baktım. Tek bir gece lambası var ön tarafta. Rüzgâr yerdeki sarı yaprakları sürüklüyor. Oysa kışın ortasındayız resmen.
Uyumam lazım! Ama biliyorum uyku tutmayacak.
Bulanık aklıma bir ‘para meselesi’ geliyor, şiddetle karşı koyuyorum, apar topar kafamdan atıyorum.
Ben kendimi, binlerce kilometre uzaktayken bile ‘evimden ayrı’ hissetmedim; yapayalnızten bile ‘uzaktayım’ hissine kapılmadım… diye geçiriyorum aklımdan, nedense.
Şimdiki gibi miydi o zaman, cep telefonu nerede, otomatik bile değildi daha… Cumartesi sabahı, açılır açılmaz postaneye koşacaksın, telefon numaranı yazdıracaksın, sabırla saatlerce bekleyeceksin, ‘düşmüyor’ derlerse bozulmayacaksın, ertesi cumartesiye kadar sabredeceksin…
Bir uçak geçiyor tam üstümüzden. Sanki çok alçaktan.
Ekmek taze değil sadece yumuşak. Allah affetsin, bir boka benzemiyor ekmekler. Kabuğu bile kauçuk sanki. Zar zor, yırtmadan, ufalamadan bir dilim kesip dolapta bir şeyler arıyorum üstüne sürecek. Zeytin ezmesi mi, çokella mı?
Kars geliyor aklıma. Fırında kuyruğa girer, nâr gibi ekmeğimi alır (dikkat etmez de naylon torbaya atarsan, erir, ekmeğin içiyle yetirinsin) o zaman bol tereyağıyla ya zeytin ezmesi ya çokella sürer de yerdim…
Yağ yasak, çokella yasak (bakınız “Hasılı yaşlanmak dediğin çok…” yazısı) zeytin ezmesi de çok tuzlu ama, neyse.
Uyku gözlerimin dibine batarak, ekmeğimi yemiyorum, koparıyorum, lastik gibi çünkü…
Bir gün yine (!) Kars’ı anlatayım size. Birden özledim. Ne güzel, son 77 senenin en soğuk kışı diyorlar…
Su içince içime bir tuhaf hüzün çöküyor. Bornozu çıkarmadan yatağa giriyorum.
Yaşlanmakla ilgisi yok bu seferkinin, dünya değişiyor, kadınlar da bazı işlerin ‘kolayına’ kaçıyorlar tabiatıyla. Baharda bir ‘taka taka dız dız’ bulup pamuğunu, yününü attıracağın, yorgancıya verip yeni aldığın saten kumaşla kaplatacağın yorganlarla kim uğraşacak artık. Marketlerde bir naylon torbanın içine tıkılmış halde satılan, kirlenince makineye atılan ‘sentetik’ olanları varken… Elinde çuvaldız, yorganı Kastamonu kumaşı şarşafla kaplayacağım diye kim uğraşacak. Zırt diye nevresimi geçirmek varken…
Nevresimin ayağına dolanması bir yana, gecenin bir yarısı çişe git gel, ‘sentetik’ yatağın olmuş buz gibi…
İnsan iyi şeyleri fark etmiyor da, kaybettiklerine yanıyor demek ki. Medeniyete haksızlık ediyoruz belki de.
Abuk sabuk düşünceleri kovamayınca, tabii uyku tutmuyor.
Şahsi (maddi manevi) sorunları kafasından atmayı öğrenmeli insan. Gereğinde en azından. Bir de ‘bizim işimizi yapanların’ bir mesleki deformasyonu söz konusu. Beyninin bir tarafı sürekli… ‘YAZIYOR’. Sen farkında olmadan konu arıyor, her şeyi ‘yazı olur mu’ diye bir tartıyor, kendi kendine notlar alıyor, güzel cümleler bulunca seviniyor, aman bunu umutmayayım, diyor… Senin dışında olup bitiyor bunlar. Sen de bazen - böyle uyumaya çalışırken mesela - bu arada saat 4.45 olmuş bile - beyninle mücadele ediyorsun, ‘Ulan rahat dur da uyuyalım be birader…’
Başucu lambasının ışığında, Le Monde des Livres’de bir iki kitap eleştirisi okumaya çalışıyorum, Gerçi gözlerim yorgun. Hele sağ gözüm çabuk yoruluyor. (Bakınız… Neyse!)
Enrique Vila-Matas’ın Bartleby ve Şürekası adlı kitabından bahsetmiştim size. Laurence Cossé adlı öykü yazarı bundan etkilenmiş olmalı. ‘Vous n’écrivez plus?’ yani ‘Ne o? Artık yazmıyor musunuz?’ adını verdiği kitabında o da 11 yazar örneği veriyor(muş) : çok iyi ve başarılı birer yazar olmalarına rağmen, yazmaktan vazgeçen 11 yazar… Eleştirmen “Soruyu bu şekilde sonurca, insan cevap olarak yazarın başarısızlığını itiraf etmesini bekliyor” diyor. “Oysa aksine, kitabın kahramanlarından biri kendi kendine soruyor: Her gün yazma gücünü kendimde nasıl buluyorum? Daha da önemlisi, niye yazıyorum ki?”
Demek ki bunları düşünürken sızmışım…
Yorgun uyandığımda evin sessizliğini dinliyorum. Bu seferki kaloriferin uğultusu. Demek sabah olmuş. Ooo, sabah ne kelime, 9.20 saat! Allah’tan bayram da, ağırdan almaya iznim var.
Doğru bilmişim, hava gece lodosa çevirmiş. Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyor. O isil isil, pis kış yağmurlarından değil, hani soğuk soğuk insanın yüzüne vuran.
Ev sıcacık ama belli ki lodos havayı yumuşatmış.
Davran bakalım Serdar Bey! Çık, gazetelerini al, kızın birazdan uyanır, iki sade poğaça, iki de zeytinli açma… Çayını demle ve … 22 tanecik gazeteni keyifle (!) okuyaraktan kahvaltını et.
Hakikaten, nasıl sorusu bir yana, niye yazar ki insan?
Sevdiğinden mi, yoksa Ahmet Kekeç’in dediği gibi ‘El mahkum’ da ondan mı?