Eğitim üzerine derin felsefe-2

Güncelleme Tarihi:

Eğitim üzerine derin felsefe-2
Oluşturulma Tarihi: Eylül 16, 2003 18:16

Pazartesi sabahı okula gittiler. 15 milyondan fazlaydılar. Yani, tren altında kalmayanlar, üzerine kamyon kasası devrilmeyenler, minibüse çiğnenmeyenler ve tabii “kız kısmı okula mı gidermiş” diyen bir hayvanın sulbünden gelmeyenler... Okulun ilk gün ne kötüdür! Değil mi?

Haberin Devamı


Babam 5 yıllık ilkokulu beş ayrı şehirde, altı okulda okumuş, memur çocuğu. Ben şanslıydım, ilk 4 seneyi Yeşilköy İlkokulu’nda, 5.sınıfı da Levent’te okudum. Ortaokul ve liseyiyse aynı okulda. Yani, hepsi üç okul gördüm, üç kere tanımadığım sınıfa girdim.

Annemin sesi kulağımda. 6 yaşındayım daha. Okulun ilk sabahı, yanağımı yumuşacık okşayışını, (numaramı unuttum, galiba) “67 Serdar Devrim, haydi kalk bakalım!..” diyen sesini... Vecihe Teyze (benim Becee) hâlâ anlatır, Hadiye Hanım’ın sınıfına beraber başladığımız Niyaz, okulun ikinci günü annesi uyandırınca, “E dün gittik ya okula, bitmedi mi?” diye isyan etmiş.

İlk günler zordu. Zafer Saçkesen’le kavga ettim, tutup burnunu kıvırdım, teneffüste oyuna dalınca “süt saatinde” altıma kaçırdım, öğretmenimi hiç sevmedim... Ama, 5.sınıfta okuyan ablam vardı, nur içinde yatsın, Fıtnat Öğretmen’in talebesi. Başım sıkışınca ona koşardım. Sabah, Yeşilköy’ün ıssız sokaklarında, yerlerde ıslak sarı yapraklar, karanlıkta okula giderdik. İki kardeş, kocaman bir şemsiyenin altına el ele, birlikte salya sümük ağlayarak!

Levent’e taşındık. On yaşındaydım. Levent İlkokulu’na yazdırdılar beni, beşinci sınıfa. Gönül’dü galiba sınıf öğretmeninin adı. Onu da hiç sevmedim. Tek yeni öğrenci olarak girdiği otuz kişilik sınıfta ezilip büzülen on yaşındaki o çocuğa öyle bir yanlış yaptı ki, hâlâ beddua ederim!

Dedim ya, ilkokulda şansım yaver gitmedi. Neyse ki ortaokulda kısmetim döndü. Hazırlık sınıfında Mösyö İsmet’in (O da nur içinde yatsın, İsmet Bilgen’in) sınıfına düştüm. İsmet Bey bana okulu, eğitimi, öğretmeni sevdirdi. Mösyö Marcoul, Mösyö Duchemin gibi “müstesna” insanlar çıktı yoluma peşinden. (Hepsi göçtü gitti...)

Sistem tamam da, asıl önemli olan öğretmen, onun için anlatıyorum bütün bunları. Bilmem bana katılır mısınız?

İyi bir öğretmen kaderini değiştirebilir insanın.

*

1970 senesinde ailece bir geziye çıktık, arabayla, bir ay sürdü. Okulların açıldığı gün, Yurttaşlık  Hocası Haydar Bey, Allah ömür versin, Haydar Atael, beni kürsüye çıkarttı, “Anlat!” dedi. Çocukluk işte, bir saat sonra, öyle bir çene var ki maşallah, biz daha Edirne’den yeni çıkmış ancak Sofya’ya doğru yola koyulabilmiştik. Haydar Bey lafımı kesecek ya, kıyamıyor demek ki, öğrencilerden biri oturduğu yerden “Öğretmenim bunun Paris’e varması üç gün sürer” gibi bir şaka yapınca, fırsat bildi, çok kızmış gibi yapıp, beni susturabildi, “Tamam çocuğum, dedi, sen de geç yerine!”

Yakında sizin de aynı şeyi yapmanız gerekecek... İyisi mi ben konuya geleyim.

*

Bizim okullarımız, eğitim sistemimiz, çocuğu okuldan, eğitimden, kitaptan, edebiyattan, matematikten, fizikten, kimyadan, tarihten, coğrafyadan, hatta beden eğitiminden bile ... NEFRET ETTİRMEK üzere düşünülmüştür.

Babam “Gençler Fait Faik’i okuyor mu?” diye sorunca, Tarık Dursun K.nın verdiği cevap bunun en iyi örneği:

- Yahu sorma, demiş, Sait’in başına gelenleri!
- Ne oldu?
- Sait’i ders kitaplarına koydular bu sene...

Gerçekten de çocukların bir yazardan, bir şairden nefret etmesi için “Edebiyat kitabı + Edebiyat öğretmeni” ikilisinden daha korkunç bir silah bulunamamıştır şu güne kadar. Okul neye el atsa, dünyanın en sevdiğiniz konusunu ele alsa... hedef sizi soğutmaktır, nefrettir nefret.

Ha, bunun istisnası yok mudur? Vardır. Mesela, aynı hocalarda okuduk, arkadaşlarım Fransızca derslerinden nefret etti, ben kendimi kaptırdım. Ama istisnalar kuralı bozmaz...

Hangi birini söylesem, (Bütün bir kuşağın tek kelime İngilizce öğrenmeden, hatta bu güzelim dilden nefret ederek Saint-Benoît’dan mezun olması gibi bir mucizenin mimarı Ülkü Hanım’ı tek geçeyim...) Tarih hocalarımız Kleopatra mı, Sıfırcı Raziye mi, O.Melahat mi? Coğrafyacılar, Badi Badi ve Pamuk Prenses mi? Türkçe-edebiyat hocalarımız Kara Fatma mı, Uçan M. mı?

Bir hocaya deseler ki, mesela, “Ey Sıfırcı, tarih hocası olarak, pedogog olarak, birinci vazifen, tedrisatından geçen her öğrencinin Kanunî’nin anasına, Fatih’in babasına, Lagaş Kralı Gudea’nın bacısına ve de Alaaddin Küykubât’ın yedi sülalesine saymasını temin etmektir” diye, bu kadar başarılı olunur ancak.

Badi, “cağrafya” dersinde bize “Yoğoslavya” konusunu anlatıyor. Yahu, apra mı yetişir yulaf mı, Allah kah-ret-sin, bize ne? çocukların ilgisini çekecek, uykusunu dağıtacak iki kelime et be kadın...

“Mösyö Piyer Do” bize felsefe anlatacak. (Hangi Piyer mi? Yahu “Bizim Piyer.” Hani Ahmet Enünlü’nün arkadaşı, elimize doğmuştur, iyi çocuktur...) Bir tane Kebir Defteri, şöyle 70’e 40 ebadında, palamut gibi, felsefe derslerini garip öğrencinin biri oturup yazmış. Birine okutuyor sınıfta. Ukalanın biri, yalakalık olsun diye, bir soru atıyor ortaya (Belki de p.ştluk olsun diye, hocayı sınayacak!) “Hocam, Eflatun’un aile kavramına bakışı nasıldır?” Ulan ne bilsin adam? Katılımcı ayağına yazılıyor hemen. Parmağını şaklatarak soruyor sınıfa: “Eveeeeet, kim cevap verecek? Doğru cevap verene + 1 vereceğim!” Birileri çıkıp birşeyler sallıyor oradan... Y.Kut olabilir, Serdar olabilir tabii ki, bizim Tahsin olabilir, yahut sululuk olsun diye Kuş Nejat. (Ziver uyumaktadır o sırada!) Mösyö Piyer, soruyu soran densize dönüyor: “Kut’un cevabıyla Tahsin’in cevabını al, ikisinin ortası bir şey. Bilmem anladın mı?” Anlayacaksın! Döver!... Eğer cevap veren çıkmazsa da, “Hadi bakalım, size ödev. Eflatun’da aile kavramı konusunu çalışın, pazartesi konuşalım!...”

Hal böyle iken, 1977 yılında mezun olan 11.Edebiyat sınıfı, bağrından önemli bir filozof çıkarmamakta mazurdur herhalde.

“Ne kâ ekmek, o kâ köfte” diyeceksiniz. Bu maaşa böyle ders...

İyi de, eğitimin hedefi sınıf ve saat doldurup, sonunda eline bir diploma verip ittir etmek midir?

Çocuklara temel eğitim vermek, eğilimlerini, kabiliyetlerini ortaya çıkarmak, geliştirmelerine imkân vermek, bu yönde teşvik etmek değil midir?

Yapılan? Tam tersi! Nefes alabileceğimiz bir müzik dersi var, bir de beden. Hulusi Bey (miydi?) müzik imtihanı yapıyor, elinde bir kurşun kalem, kürsüye vuruyor “Tık-tı-tık-tı-tık-tık” ! Sözlü imtihan olan Serdar, makamı bulacak. Ondan sonra müziği sevecek. İstidadı varsa bu yönde ilerleyecek, yoksa temel bilgi alacak.

Edebiyatçı, mantosu omuzlarında, kürsüde oturuyor. “Devriiiim, oku bakim. Sayfa 54. Su Kasidesi...”

Sanat Tarihi hocası, adını unuttum, Süleyman’ın annesi, yazılı imtihanda soruyor, “Endülüs’teki Kurtuba Camii’nin planını ezberden çizin!” Allah cezanı versin!

Kimyacı Minas desen... Neyse, ölmüş adamın arkasından konuşmayalım.

*

Meseleye bu açıdan bakana kadar, ben de eski patronum Jean-Louis Servan-Schreiber gibi düşünürdüm:

“Bizim okullarımızda, çocuklara Küçük Kaynarca Antlaşması’nda hangi kasabalar alındı, kaç düka altını verildi, Paraguay’da hububattan ne yetişir öğretilir de... hayatî şeyler öğretilmez. Mesela sağlıklı beslenme nasıl olur, sağlıklı yaşam nedir, zamanını doğru kullanmak, cinsellik, çocuk nasıl yapılır...”

Vazgeçtim!

Sıfırcı’nın vereceği cinsel eğitim, Maksut’tan çocuk nasıl yapılır dersi...

Soğutur, adamı soğutur!

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!